Human & Travel Stories
MASALSI BİR YOLCULUK
TRANSİLVANYA

Tempo Travel Sonbahar 2019 sayısında yer almıştır.
Araba yolculukları benim için kapağını ve önsözünü ezbere bildiğim, ama sayfaları çevirdikçe neyle karşılaşacağımı hiçbir zaman kestiremediğim bir serüven gibi. Yine böyle bir yolculuğa hazırlanırken fotoğraflarda gördüğüm Karpat Dağları, Nazım Hikmet’in Romanya anılarını içeren; Şafakta Suydu Evler kitabı ve defalarca izlediğim bir yol filmi olan Transylvania ışık tutuyor yoluma. Ben de gördüklerim ve duyduklarımdan aldığım ilhamla kendi hikayemi oluşturmak üzere, yola koyuluyorum.
Yolculuk Süreci
Transilvanya seyahati, biraz doğaçlama gelişmesini istediğimiz bir gezi oluyor. Sadece gitmek istediğimiz yerleri önceden araştırıp, konaklama yeri ve sürelerine gezi süresince karar vermek istiyoruz. Edirne gümrük kapısı Hamzabeyli’den çıkıp, Bulgaristan’a geçmek için gerekli evrakları ve vizemizi gösterip, arabamızın aranmasını beklerken heyecanla etrafıma bakıyorum. Sınırda beklemekten yorgun düşmüş kamyon ve tır şoförleri, bavullarını üst üste arabanın bagaj ve koltuklarına sıkıştırmış çekirdek bir aile ve birkaç kelime Türkçe bilen sempatik Bulgar görevli. O an gözümün önüne, yakın zamanda izlediğim Limonata filminin, Bulgaristan’da geçen eğlenceli sahneleri geliyor.
Resmi işlemleri atlatıp, Bulgaristan’a giriş yaptığımızda artık önümüzde süresi belirsiz bir macera uzanıyor. Yolculuğun en başında, aniden yeşile boyanıyor etrafımız. Tepelere kurulmuş küçük köylerin dört bir yanı yapraklar tarafından istila edilmiş. Köprü ve tren yolu kenarlarından fışkıran otlar, harabelerin çevresinde ebruli desenleriyle göz alan çiçekler ve yola kocaman gölgelerini düşüren ağaçlar içimi açmaya yetiyor. Mola noktalarına kurulmuş, meşrubat ve sandviç satan büfeler, derme çatma evlerin önlerine konmuş; 90’larda ülkemizde görmeye alışık olduğumuz araba modelleri, önlerine tente gerilmiş virane barlar, kuru çiçeklerle donatılmış Haç işaretli sunaklar ve canlı renkleriyle uzaktan fark edilen Ortodoks kiliseleri yol boyunca gözüme çarpan detaylar oluyor. Köy manzaralarını geçip, şehirlere vardığımızda ise o küçük evleri Sovyet tipi; birbirinin benzeri yüksek konutlar ve büfelerin yerini büyük tesisler almaya başlıyor.
Bulgaristan sınırından Romanya’ya geçtiğimizde ise artık sadece heybetli dağlara ve evlere dikkat kesiliyorum. Romanya’nın arka fonunu oluşturan dağ manzaralarına eşlik eden, tren yolu boyunca sıralanmış bu evler sanki bir oyuncak müzesi koleksiyonundan çıkmış gibi. Pastel tonlarda boyanmış 2 katlı, pencere önlerine çiçekler dizili, sanki kat kat kremayla süslenmiş pencere altlıkları ve çatılarındaki minik bacalarıyla hepsi içimdeki çocuğu gülümsetiyor. Ve bu görüntüler, aslında Transilvanya bölgesinde göreceğim tüm manzaraların özeti oluyor.
Film Seti Gibi Bir şehir: Braşov
8,5 saatlik araba yolculuğundan sonra Braşov’a varıyoruz. Kendimizi eski şehrin meydanına attığımızda, gökyüzü giderek koyulaşıp, mor, mavi ve pembe renklerine teslim oluyor. Braşov’un şehir ve köy ruhunu aynı anda barındırmasını seviyorum. Merkezde yan yana duran çok şık kafe, restoran ve dükkanlar, merkezden ayrılıp yokuşu tırmanınca da renkli tonlarda sevimli evler ve gül kokulu bahçeler çıkıyor karşıma.
Braşov, 1211’de Töton Şövalyeleri tarafından kurulmuş. Osmanlı ve Batı Avrupa ticari yollarının kesişiminde yer aldığı için, o dönemin önemli ticaret kentlerinden biri olmuş. Bu durum da şehrin kalelerle çevrili olmasını açıklıyor. İşgallerden kenti korumak için getirilen Alman koloniler (Saksonlar), Braşov’u 14.Yüzyıl’a kadar saldırılardan koruyup, tüccarlık yaparak ticareti canlı tutmuşlar. Bu bilgileri bilmeseniz dahi, meydana şöyle bir göz attığınızda mimarisindeki Alman etkisini açıkça hissediyorsunuz.
Yeni bir günün sabahında, Romanya’nın en büyük Gotik kiliselerinden, Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinden getirilmiş duvar halılarıyla süslü Siyah Kilise’yi, Ortaçağ’dan hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş tarihi geçit; Catherine’s Gate’i, Barok mimarili bina ve ortasındaki kocaman çeşmesiyle insanı büyüleyen Piata Sfatului Meydanı’nı geziyoruz. Acıktığımızda ise yerlilerden aldığımız bir tavsiye üzerine, La Ceaun Restaurant’a uğruyoruz. Restoranda birbiri ardına gelip giden kocaman porsiyonlu tabaklar ve etraftan gelen kokular iştah kabartıyor. Geleneksel çorba ve et yemeklerinden tadıp, yemek üzerine söylediğimiz; reçel ve kremayla sunulan hamur işi tatlı “papanaşi” ile günün bütün yorgunluğu gidiyor.
Republicii Sokağı’nın insan sesleriyle dolup taşan mekanları ve dünyanın en dar sokaklarından biri olan Strada Sforii de görülmesi gereken yerler arasında. Okuldan çıkmış çocukların peşine takılıp, binaların arasından Karpat Dağları’nın yer yer belirdiği ara sokakları dolaşıp, Tipografia Cafe’nin çok lezzetli matcha-latte'si eşliğinde keyiflenmek de bir o kadar güzel. Kafenin karşısındaki apartmanda dirseklerini penceresindeki mini bir mindere dayamış, yoldan geçenleri seyreden yaşlı teyzeyle göz göze gelince Braşov’a iyice ısınıyorum. Günün sonlarına doğru, kafamı kaldırıp pencerelere yaslanmış teyzelere bakarken bir şey dikkatimi çekiyor: Evlerin göz kırpan çatıları! Bir gözü andıran, bazen tam açık, bazense uykulu gözlerle size doğru bakan gözler… Sonradan araştırdığımda, bunun bu bölgeye has mimari bir özellik olduğunu öğreniyorum. 2 gün kaldığımız Braşov ve o gözlerle vedalaşıp, esas hayalini kurduğum Romanya’nın orta ve batı bölümünü kapsayan Transilvanya bölgesinin köylerine doğru yola çıkıyoruz.
La Ceaun Resturant: Piata Sfatului No: 11-12
Tipografia Cafe: Piata Sfatului No: 1
Sarı Sıcak Bir Köy: Magura
Yakınlardaki köylere gitmek için seçtiğimiz ikinci konaklama merkezi Bran. Kaldığımız otel, Bran bölgesinin merkezinde, dillere destan Drakula ile ünlenen Bran Kalesi yakınlarında. Gezinin, bu noktadan sonra başlayacak bölümü beni ayrıca heyecanlandırıyor. Çünkü Transilvanya köylerine giderek yerlilerin yaşamlarına tanıklık etmek, dağ manzaralarının tadını çıkarmak ve kalelerle çevrili bölgeyi tepelerden izlemek istiyorum.
İlk durağımız olan Magura Köyü’nde, beklentilerim karşılığını buluyor. Arabayı köyün girişine bırakıp, yokuş yukarı yürüdüğümüzde önümde pırıl pırıl beliren bir resimde: Karların tepelerini beyaza boyadığı Karpatlar, önünde zarifçe boynunu bulutlara doğru uzatmış bembeyaz bir kilise ve omuz omuza vermiş ahşap evler duruyor. Biraz ileride, bir ağaca bağlanmış salıncak üzerinde sallanan küçük bir kız, odunları kesen dedesi ve tavuklar.
Bu köyde yaşayanlar, bölgenin elverişli doğası sayesinde besin ihtiyaçlarını bahçelerindeki ürünlerden ve kendi hayvanlarından sağlıyorlar. Hepsi sağlıklı ve huzurlu görünüyor. Geleneksel şapkalı bir amcanın yanına gidip, çat pat ezberlediğim Rumence kelimelerle merhabalaşıyorum. Bizi arkasından çağırıyor ve onu takip edip, kendimizi bir anda köyün kilisesinde düzenlenecek olan ayinde buluyoruz. Amca, görevini tamamladıktan sonra bize “hoşça kalın” deyip, kalabalığın arasına karışıyor. Genç bir kıza, katılımcıların izinleri olursa fotoğraf çekimi yapmak istediğimi söylüyorum. “Tabii, buyurun” diyerek beni ön kısımlara götürüyor. Birkaç dakika sonra tüm köylüler kiliseye akın ederek, tütsü kokuları ve dualar eşliğinde ayine başlıyorlar. Arada sanki “Kim bunlar?” diyen bakışlarla, bazen de çocukların şaşkın sırıtışlarıyla karşılaşıyorum. Görünen o ki, spor ayakkabılarım da ilgi topluyor. Şu an, Magura’da tek turist biziz, ama kış sezonunda çoğunlukla yerli turistlerin Samedru Oteli’ne gelip doğayla baş başa 1-2 gün geçirdiğini öğreniyorum.
Köyün dimdik yokuşlarını tırmanıp, evlerin ayrıntılarını sergi gezer gibi hafızamıza kazıyıp, manzaralara doyduktan sonra Magura’yı arkamızda bırakıp güneye ilerliyoruz. Yanından geçtiğimiz milli parklar ve ağaçlarla donatılmış kıvrımlı dağ yolları bizi oksijen sarhoşu ediyor. Yolda arabayı birkaç kez kenara çekip, mis gibi havayı içimize çektikçe cennette gibi hissediyorum. Tepelerdeki seyir noktalarında durup, düzlükte uzanan köyleri izlerken şunu fark ediyorum: El değmemiş bu doğa ve estetik zevkini bozacak tek bir yapının bulunmaması Transilvanya köylerini daha da güzel kılıyor. Öyle bir seyir zevki yaşıyorum ki, sıradaki köy için hiç acele etmiyorum.
Panoramik Güzeller: Şirnea ve Fundata
Şirnea’nın merkezine vardığımızda ise kulağıma, kuş sesleri ve kilisenin girişine takılmış hoparlörden ilahiler geliyor. Karşılaştığım yaşlılarla kısa sohbetlerim sonrası beni göğüslerinde istavroz çıkararak selamlamaları ve her sunak ya da ikona gördüklerinde yine aynı şekilde davranmaları, dine sıkı sıkıya bağlı olduklarını gösteriyor. Genç bir Rumenle sohbetim esnasında bu durumu sorduğumda; “Romanya’da özellikle yaşlılar, oldukça dinlerine bağlıdır. Ortodoksluk onlar için bir nevi kimlik gibidir.” diyor.
Şirnea’daki evlerin kapı ve pencereleri ardına kadar açık. O sırada fark ediyorum ki, buradaki evler Magura’ya kıyasla daha süslü. Dantelli perdeler, kontrast renklere boyanmış kapılar, süslemeli örtüler, duvarlara asılı panoramik resimler ve desenli el yapımı kilimler donatıyor evleri. Etrafta, bahçelerindeki otları budayan ve odun keserek kışa hazırlık yapanlar dışında pek kimse yok. Onlarla selamlaşırken bir yandan da gözlerim Cruciata (Kırım güzeli) çiçeklerini arıyor. Her yıl, 24 Haziran’da gerçekleşen Sânzienele Festivali’nde, köyün genç kızları beyaz elbiseler giyip, saçlarına bu çiçeklerden takıyorlar. Sonra da ateş etrafında dans edilip, dilekler dileniyor. Haziran sonu gibi gerçekleşen Măsura laptelui kutlamalarında ise köyün bütün inekleri sağılarak, elde edilen sütten peynirler yapılıyor. Bu iki kutlama zamanı, köyün nasıl da canlanıp, renklere bürüneceğini hayal edebiliyorum.
Fundata’ya devam ederken yolda yine duraklayıp, bu defa bizi bahçelerine davet eden bir çifti ziyaret ediyoruz. İtalyanca (Rumence’de İtalyanca ile benzer kelimeler var) anlaştığımız evin güleç yüzlü sahibesi, bize kahve ikram ediyor. “Güzel Transilvanyamızı nasıl buldunuz?” diyor. Havasından, suyundan övgüyle söz ediyor. Bize birkaç yer tavsiyesi verdikten anı olsun diye fotoğraf çekilip, vedalaşıyoruz.
Fundata, Bucegi Dağları’nın yer yer İsviçre’yi andıran manzaraları ve dağların önünde uzanan geniş çatılı evleriyle etkileyici bir görünüme sahip. Tepelere tırmandıkça, soğuk keskinleşiyor. Elinizi uzatsanız sanki karlı dağlara dokunacaksınız. Burası, 800 nüfuslu bir köy olsa da sunduğu tesisleriyle diğer köylere göre daha turistik. Konaklamasanız bile, bu otellerin restoran kısımlarında yemek yiyebiliyorsunuz. Biz de otellerden birine girdiğimizde, yakında gerçekleşecek bir düğünün hazırlıklarına şahit oluyoruz. Takım elbiseli ve abiye giysili konukların meraklı bakışları arasında, önümüzdeki köfteleri hızlıca yiyoruz.
Arabaya dönmek üzereyken, bu defa da yaşlı bir teyze bize eliyle işaret yapıyor. “Gelin, gelin…” diyerek bizi arka bahçesine götürdüğünde, yerinde duramayan atlarla ve atları idare etmeye çalışan iki oğluyla tanışıyoruz. Yol boyunca tanıştığımız herkes cana yakın ve misafirperver. Onların sayesinde, hiç bitmesini istemediğim bir huzur ve yeni yerler keşfetmenin verdiği bir haz kaplıyor içimi.
















Viscri: Renkli Bir Dünya Mirası
Transilvanya’nın dağlarla çevrili köylerini ziyaret ettikten sonra, bir sabah Bran’in kuzeyine doğru gitmeye karar veriyoruz. Uzaktan seçebildiğim; kümelenmiş koyun sürülerini, rüzgârda boynu eğilen uzun ağaçları, kaportası eskimiş arabaları, göl kenarında balık tutanları, evlerinin önünü süpüren çiçek desenli baş örtülü kadınları, bisikletlerini sakince süren ve bize dönüp sanki “kim acaba bunlar?” diye bakan keçe şapkalı amcaları ve sürekli karşılaştığımız küçük kiliseleri ardımızda bırakıyoruz. Rotbav’da kısa bir mola verdikten sonra hedefimizde bu kez, tarihi 12.Yüzyıl’a dayanan Viscri var.
Viscri’ye vardığımızda, köye hâkim olan sessizlik dikkatimi çekiyor. Yolun başındaki tabelada ise köy hakkında bilgiler yer alıyor: UNESCO Dünya Mirası listesinde olduğu, evlerin mimarisine ve ne renklere boyanması gerektiğine dair bir dizi kural, etrafı temiz tutmak için öneriler ve köyde hala devam eden zanaatları görebileceğimiz atölye adresleri. Yolun ilerisinden sola kıvrılıp, dar bir sokağa girdiğimizde tek katlı, mor, yeşil, mavi tonlarındaki evlerin önünden akan suyun yanında tek sıra halinde dizilmiş kazları ve çeşme başındaki yalaktan su içen inekleri görüyorum.
Viscri, 12. Yüzyıl’da Sekeller (Szekler) topluluğu tarafından kurulan ve aynı yüzyılda Saksonlar tarafından ele geçirilen küçük bir köy. 15. Yüzyıl’da, istilalardan korunmak için; köye “Viscri” ismini veren tek kilise kuvvetlendirilerek kaleye çevrilmiş. Günümüze kadar çok iyi korunmuş bu kiliseyi ve hemen yanındaki müzeyi geziyoruz. Müzede nakış işleri, geleneksel giysiler ve yöreye özgü bazı ev eşyaları (örneğin; altı dolap, üstü yatak şeklinde kullanılan mobilya) sergileniyor. Çan kulesinden bakmaya doyamadığımız köy manzarası da kiliseyi daha da görmeye değer kılıyor.
Köyün bir diğer özelliği ise, Prens William’ın evlerin restorasyonu için yapmış olduğu yatırımlar. Hatta bir rivayete göre, köyden bir adet de ev satın almış. Restorasyon sonrası evlerin bir kısmı, eski günlerdeki hallerine döndürülüp, köyü gezmeye gelenlerin konaklaması için “misafir evleri” adı altında ziyaretçilere açılmış. Ayrıca, Saksonların bu köyde yaşarken icra ettiği zanaatlar da belli adreslerde devam ettirilip, bu yerlere belli projeler kapsamında kültür gezileri düzenleniyor. Özellikle yaz aylarında, atölyelere kayıt olup demir ve geleneksel yöntemlerle çanak-çömlek yapan ustalardan işin inceliklerini öğrenebiliyorsunuz.
Köyün en modern kafesi, eski bir ahırdan dönüştürülmüş Viscri 32. Duvarında siyah-beyaz aile resimleri ve seramik karolar asılı mekânın her köşesinde antika bir eşya gizli. Arka tarafı misafir evi, ön kısmı ise yemek yenecek geniş masalara ayrılmış. Sahibi, birkaç yıl önce şehri terk edip Viscri’ye gelerek böyle bir yeri hayata geçiren 30’lu yaşlarında bir aşçı. Köye özgü tatlarla yaptığı yemeklerin modern bir şekilde sunulduğu kafede birkaç saat geçirmek, mürver çiçeği suyu eşliğinde buranın hikayesini dinlemek o kadar hoşuma gidiyor ki, zamanın bir diliminde şehir hayatını terk edip böyle şeyler yapma fikri kafamda yeniden yeşeriyor.
Yer ayırttığımız köy evine yerleşip, geleneksel seramiklerle kaplanmış; Transilvanya’da “soba” denilen şömineyi yakıyoruz. Banyonun ısıtma sistemi duvar içine gömülü olduğundan o kısımda biraz zorlanıp, dumanlarla boğuşuyoruz. Sonunda, 2 gün kalacağımız evimiz ısınıyor ve çıtır çıtır yanan odunların sesi eşliğinde dışarıyı izlemeye koyuluyorum. İneklerini otlamaya götüren, evin önündeki banklara kurulup yoldan geçenleri seyreden, köpeğini yanına oturtup bir bankta örgü ören, atını evinin arkasındaki ahıra sokmaya çalışan köylüler… Bütün evler yan yana sıralandığından, aynı anda birkaç farklı filmi seyreder gibiyim.
Güneş batmadan önce, dışarı çıkıp Viscri’yi baştan sona yürüyerek gezme vakti. Geleneksel baş örtüsü önden bağlı, boynuna telefonu asılı, kucağında kedisini seven tatlı mı tatlı bir teyzenin yanına gidip, adını sorduğumda; “Ben Sara, bu da kedim Annie.” diyor. Sara teyzenin fotoğrafını çekip kendisine gösterdiğimde; kendine “una donna vecchia” (yaşlı bir kadın) derken yanakları nar kırmızısı halini alıyor. Evinin bahçesini gezip, kısa sohbetimizden sonra yine bankta oturan yan komşusunun yanına gidiyorum. Tanıştığım Toma dedenin, cebinden köstekli saatini çıkardığını görünce, “Zaman ne yavaş burada…” diyorum, o da “Evet öyle” derken kahkahalarla gülmeye başlıyor. Birkaç saniye karşılıkla gülüştükten sonra bastonunu eline alıp, bana poz verirken bir kahkaha daha patlatıveriyor.
Viscri’de akşama doğru sesler çoğalmaya, yerel plakalı arabalar Viscri 32 restoranı önüne bir bir gelmeye başlıyor. Köyün tek marketi önüne konulmuş, derme çatma ahşap bir masada biralarını yudumlayan birkaç kişiyiz. Ortak bir dilimiz yok ama birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Köy, bu saatlerde sokak lambalarından yansıyan sarı bir renkle aydınlanıyor. İnekleriyle evlerine dönen çobanların siluetleri oturduğumuz yerden seçiliyor. Akşam 8 civarı, hava iyice serinlediğinde eve dönüp, kaldığımız evin sorumlusu olan Lola ile biraz İngilizce, biraz Almanca anlaşmaya çalışarak yemek masasına geçiyoruz. Kendisi bize, Mititei denilen; kalın sosis ve yanına patates püresi, bir de etli-sebzeli çorba yapmış. Yemeğimizi bitirdikten sonra, sirke sanıp dokunmadığımız şişeyi Lola bize göstererek “Hadi için!” diyor. Açıklama sonrasında anlıyoruz ki, şişedeki şey Rumenlerin yerel içkisi Țuică. Likör kadehlerinden ardı ardına yudumladığımız içki sonrasında, iyice ısınıp neşeleniyoruz.
Viscri’de geçirdiğimiz 2 gün, Romanya gezimizin en sakin ama en unutulmaz anları oluyor. Yanan şömine, kapı girişinde tarihi yazılı; 19.Yüzyıl’dan kalma taş evimizi nasıl sıcak tutuyorsa, sokaklarda karşılaşıp birbirimize selam verdiğimiz yüzler de Viscri’ye dair anılarımı sıcak kılıyor. Biliyorum ki buralarda nereye gidersem gideyim yine benzer şeylerle karşılaşacağım: El üstünde tutulan bir doğa, renkli ve süslü evler, devam ettirilen gelenekler ve bir ‘merhaba’ ile gülen yüzler.
Viscri 32 White Barn & Blue House Cafe: Viscri, No: 32
Kilise ve Müze: Viscri, No: 52
Konaklama bilgileri için: www.experiencetransylvania.ro/villages/viscri/














Aklınızda Olsun
*Biz bu yolculuğu, Türkiye’den arabayla çıkarak ilk varacağımız yer Braşov olarak kurguladık. Dilerseniz aynı yolculuğu Bükreş üzerinden de yapabilirsiniz.
*Bükreş’e uçakla gidip, oradan araba kiralamak da bir seçenek. Sadece, Romanya’da araba kiralarken diğer ülkelere kıyasla yüksek depozito istendiğini ve firma seçerken forumlara girip diğer müşterilerin yorumlarını okumayı unutmayın.
*Bulgaristan’a giriş yaptıktan sonra “vignette” denilen otoyolda geçerli, plakaya tanımlı hgs benzeri bir kart almanız gerekiyor. Girişteki büfelerden veya otomatlardan alıp, seyahat sonuna kadar saklamanız şart.
*Transilvanya bölgesinde birçok noktada benzininizi kendiniz dolduruyorsunuz. Kredi kartı veya nakit ödemeyi otomatik makinalarda yapıyorsunuz.
*Böyle bir gezi için 5-6 gün rahatlıkla yetiyor, ama daha kuzeye; örneğin: Maramureş taraflarına devam edecekler için en az 10 gün gerekmekte.
*Eğer arabasız geziyorsanız, Braşov, Bran gibi yerlere ulaşımın kolay olduğunu fakat Transilvanya köylerine hiçbir toplu taşıma aracının gitmediğini aklınızda bulundurun.
*Yolculuk esnasında günü birlik uğradığımız Sighişiora, Zarneşti ve Raşnov görmeye değer.
*Eğer vaktiniz varsa, Sighişiora’nın eski şehrini gezmeyi, kalesinin etrafından dolaşıp rengarenk evlerin olduğu ara sokaklarında kaybolmayı ve antika dükkanlarına göz atmayı unutmayın. Şehir adeta küçük bir Prag gibi.
*Gitmeden önce belli başlı Rumence cümleleri yazmanızı ve gittiğiniz yerlerde muhakkak yerlilerle iletişime girmenizi öneririm. Rumenler iletişime çok açık ve oldukça misafirperver.
*Rumence’de Latince, İtalyanca, Almanca, Osmanlıca ve Türkçe’den geçmiş birçok kelime var. İçlerinde, Türkçe’den geçen en sevdiğim kelime “gümüşservi” oldu. Anlamı, ayın suya yansımasıyla oluşan parıltılı görünüm.
*Bükreş’te zaman geçireceklere tavsiyelerim; Rumen Sanatları Milli Müzesi’ni gezmek, Alt Shift’te bir öğlen yemeği yemek, Delicatese Florescu’da Ermeni ustasından öğrendiği kahve geleneğini devam ettiren Gheorghe Amca’nın elinden bir kahve içmek, Dianei 4 Kafe’nin nostaljik atmosferinde gül suyu ve amaretto ile yapılan sıcak kakaosundan içmek, FIX Botanical Bar’da bir DJ performansı eşliğinde botanik kokteyllerinden tatmak, Cărturești Carusel’in kitap rafları arasında kaybolmak.
National Museum: Calea Victoriei 49-53
Alt Shift: Strada Constantin Mille 4,
Delicatese Florescu: Strada Radu Cristian 6
Dianei 4: Strada Dianei NR 4
FIX Botanical Bar: Strada Ion Brezoianu 23-25, Universul, building B, floor 1
Carturesti Carusel: Strada Lipscani 55
Kaleler ve Drakula Efsanesine Dair…
* Eğer kurgusal olan vampir Drakula dışında, vampirler mevzusunun bir de “folklorik” yönünü araştırmak istiyorsanız, Salim Fikret Kırgi’nin Osmanlı Vampirleri kitabını okuyun. Kırgi’ye göre; Stoker’ın oluşturduğu Drakula hikayesi ile Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin 7. cildinde geçen Çerkez oburları arasında bir bağ olabilir. Stoker’a kitabını yazarken danışmanlık sağlayan Macar Türkolog Armin Vambey, aynı zamanda Seyahatname’nin ilk baskısının önsözünü de yazan kişi.
* Folklorik vampir olarak literatürde geçen kavram, her kültürde farklı bir isimle karşımıza çıkıyor. Örneğin; Türklerde “cadı” olarak geçiyor.
* Balkanlarda yaşanmış, bir kısmı da yakın tarihlerde gerçekleştiği iddia edilen birçok folklorik vampir vakası var. Bu hikayeleri okurken fark ediyorsunuz ki; bu topraklardaki insanlar kültürel ve sosyolojik olarak da “vampir” olgusuyla iç içe yaşıyor.
* Bram Stoker’ın 1897 yılında, Eflak Prensi III. Vlad'dan esinlenerek yazdığı söylenilen “Drakula” kitabındaki tarife en uygun kale Bran Kalesi olduğundan, yıllardır burası “Drakula’nın kalesi” olarak anılıyor. Haliyle Transilvanya’nın en popüler kalesi. İlk hali, 1212 yılında Töton Şövalyeleri tarafından tahtadan yaptırılmış, yıkıldıktan sonra şimdiki halinin ilk temelleri 14.Yüzyıl’da atılmış.
* Eflak Prensi Voyvoda III. Vlad Tepeş, tarihe baktığınızda, acımasız eylemleri sebebiyle “Kazıklı Voyvoda” olarak da anılıyor.
* Bran Kalesi dışındaki kaleleri gezmek isterseniz, bölgenin en güzellerinden 1873 ve 1914 yılları arasında Sinaya köyü yakınlarına inşa edilen Peleş Kalesi yer alıyor. Rönesans tipi yapısı ve içinde Türk, Fas, Fransız odası gibi konseptlerin de olduğu 200 adet odasıyla ziyaretçilere açık bir kale.
* Eğer Gotik mimari seviyorsanız, Transilvanya bölgesinin Hunedoara şehrine inşa edilmiş 15.Yüzyıl’dan kalma Colvin Kalesi’ne gidebilirsiniz. Bir kısmı, döneminde hapishane olarak kullanılan 42 odası, işlemeli balkonları, geniş bahçesi ve yakınlarında yer alan Zlaşti nehri ile görülmeye değer.
* 12.Yüzyıl’da Transilvanya’da yaşayan Saksonların inşa ettiği, Sighişiora Kalesi ise bu sevimli şehri görmeye gelirseniz ilk dikkatinizi çekecek yapı olacak. Aynı zamanda Vlad Tepeş’in doğum yeri olan şehrin kalesinin 14 adet kulesinden, sadece 9’u günümüze kadar gelebilmiş.