Human & Travel Stories
Atina
ve sevdiğim diğer şeyler...

[EN version is below]
“Şimdi Atina’da Omonya meydanında akşam oluyor. Atina kahvelerinin teraslarında bir ançüvez, bir yeşil zeytin ve bir kadeh mastika duruyor kimin önünde?
Kimin önünde olursa olsun. Pire’den denizanası kokusu geliyor.
Akropol’den Sokrates iniyor.
Sen Yanaki! Dostların en koyusu!
Arkadaşların içinde ölümden önce en sonuncusu! Atina sokaklarından geçerken yıldızlara bak. Yıldızlar seni sandallara, kayıklara, vapurlara ve adalara götürecek. Dünyanın bütün adalarını gezeceksin. Dünyanın bütün sandallarına bineceksin. Elinde naylondan 35’lik bir oltayla deniz diplerinden balık sanıp fosforlar, yakamozlar, pırıltılar yakalayacaksın. Balığı boşver! Düşün Yanakimu beni. Bin, bir yıldızın sırtına. Adaların içinde bir Burgaz adası vardır. Bir sandal vardır, tam Kaleyoros’la Laendros’un gözüktüğü nişanda, işte o benim.”
Sait Faik’in satırlarını okurken arkada Rebetiko ezgileri çalıyordu. Exarchia’da eski, biraz salaş bir barda. Bardağımın yanında duran yeşil zeytinlere baktım, kendi Yanakimu’mu aradım. Sokaklara adım attığımda Atina’yı neden sevdiğimi biliyordum artık. Akreple yelkovanın birbiriyle kavga etmediği, her şeyin yumuşacık seyrinde aktığı, kimsenin gözünü hırsın değil yaşamın, zevkin bürüdüğü bir şehrin ortasındaydım. Yaşları kemale ermiş kadınlar dudaklarından bir kırmızı ruju, bir de gülümsemeyi eksik etmiyor, tüyleri yeni bitmiş delikanlılar yaşıtları kızlarla kol kola girip geleneksel danslarını yapıyorlardı.
Kaotik, gürültülü bir cadede; trafiğin ortasında, eskimiş yıkılmak üzere olan bir binanın yanı başında durup güzel şeyler bulmakta zorlanılmazdı burada. Güzellik vardı, köhneliğin içinde de yeniliğin içinde de.
Her sokakta turunç ağaçları, yasemin ağaçları, begonviller. Parlak balıklar, kırmızı etler, renkli meyveler. Kasketler, ponponlu pabuçlar, mavi etekler. Kafenenion’lardan gelen kahve kokuları, beybabaların uzo lakırdıları.
“Ben, sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar içinde bir insan.
Yani!
Omonya meydanında akşam oluyor. Gökyüzünde sandallarla şarkılar geçiyor. Arabalarda ışıklar kayıyor, bir at kişnemesi duydun mu? Bir fayton geçti mi delicesine aklından... ve Omonya kahvelerinin camından? Bil ki ben Taksim meydanında, âbidenin önündeki çayırın kısa parmaklıklı demirlerine oturmuş seni düşünüyorum Yanaki. Gece oldu. Karlar sönmek üzere. Işıklı ilanlar sönüyor. Otlar kararıyor. Bir tavernadan üç gitar sesi geliyor. Mavrodafni kaldırımlarda kırılıyor. Sen oteline kadar yürümeyi düşünme; Atina ile Pire arasındaki metro çoktan işlemiyorsa işlemesin, hava güzel, yürürsün.”
"Now it's evening in Omonia Square, Athens. On the terraces of Athenian cafés, there's an anchovy, a green olive, and a glass of mastika in front of someone.
Whose glass it is doesn’t matter.
The scent of jellyfish drifts in from Piraeus.
Socrates is descending from the Acropolis.
You, Yanaki! The deepest of friends!
The very last of comrades before death!
Look at the stars as you walk through the streets of Athens.
The stars will take you to boats, rowboats, ferries, and islands.
You will travel to all the islands of the world.
You will ride all the boats of the world.
With a 35 cm nylon fishing rod in your hand, you'll catch not fish, but glows, phosphorescence, and sparkles from the depths of the sea.
Forget the fish!
Think of me, my Yanakimu.
Climb onto the back of a star.
Among all the islands, there is one — Burgaz Island.
There’s a little boat, right at the point where Kaleyoros and Laendros become visible — that one is me."
As I read Sait Faik’s words, Rebetiko melodies played in the background. I was in an old, slightly rundown bar in Exarchia. I looked at the green olives next to my glass and searched for my own Yanakimu. As I stepped out into the streets, I understood why I loved Athens. I was in a city where the hour and minute hands don’t quarrel, where everything flows in a soft rhythm, and where no one’s eyes are clouded with ambition but rather filled with life and pleasure.
Mature women never went without red lipstick or a smile. Young men, just sprouting into manhood, locked arms with their peers and danced their traditional dances.
On a chaotic, noisy street — amid traffic, beside a worn-down building on the verge of collapse — it wasn’t hard to find beauty here.
There was beauty in the decay, and in the renewal too.
In every street: bitter orange trees, jasmine, bougainvillea.
Bright fish, red meats, colorful fruits.
Caps, pompom shoes, blue skirts.
The scent of coffee from the kafeneions, the clink of ouzo glasses from the old men.
"I am a boat among boats,
a sea among seas,
a man among men.
So!
Evening is falling on Omonia Square.
Songs pass through the sky with boats.
Lights drift in cars —
Have you heard a horse neigh?
Has a carriage rushed wildly through your mind…
and past the window of the Omonia cafés?
Know that I am sitting on the short-fingered iron fence in front of the monument at Taksim Square,
thinking of you, Yanaki.
Night has fallen.
Lights are fading.
Neon signs go out.
The grass darkens.
Three guitars are playing from a taverna.
Mavrodaphne wine shatters on the pavement.
Don’t even think about walking back to your hotel;
even if the metro between Athens and Piraeus is no longer running —
never mind. The weather is beautiful. You’ll walk."