top of page

PRİNKİPO'DA,
FISTIK AHMET'İN SOFRASINDA...

Ocak 2024'te kaleme alınmıştır.

Büyükadalıların adımları kendiliğinden götürür onları, deniz kıyısındaki bu mekana. Girişte bir tabela çıkar karşılarına: Fıstık Ahmet. Dükkân kapısının ötesinde müşteri değil, misafir olurlar. Bir arkadaş evine, kerahet vakti bir rakı muhabbetine gelmiş gibi rahat, sahici bir ortam. Biraz dünden, biraz bugünden konuşurlar. Kulaklar çınlatılır, bazen ballı küfürler edilir. Tanju Okan’ın şarkısındaki gibi alemin sırrı da dünyanın merkezi de onlar için bu meyhanedir. Birkaç sualle aralar kapatılır. “Bilmem kim ne yapmış? Gördünüz mü, dönmüş mü adaya? Ah ne severdik onu, o da mı vefat etmiş…”

 

Ahmet Tanrıverdi veya herkesin bildiği adıyla lakabını, gözlerinin yeşilinden alan Büyükadalı Fıstık Ahmet’in mekanı Prinkipo’da buluşunca, bir zaman kırılması yaşanır. Aynı anda farklı tarihlerin, farklı şehirlerin içinde, hem yaşayan hem çoktan buraları terk eylemiş olan birkaç dostun arasında bulur insan kendini. 

 

Deniz hemen yanı başımızda soluk alıp verirken ve kapının ardından buz gibi bir rüzgâr eserken Prinkipo’nun şömine başına kuruluyoruz bugün. Eskimiş zamanları geri çağırıyoruz Fıstık Ahmet’le. Büyükada’yı, adalı gönüldaşları dolduruyoruz kadehlerimize. 

 

Fıstık Ahmet’in Üç Büyük Tutkusu 

Fıstık Ahmet ile sohbetimize başlarken, geçtiğimiz yaz söyleşi yaptığım Stefanos Bey’den (adalıların arasında namıdiğer Naki) ona selam getirdiğimi söylüyorum. Kendisi, adada geçen çocukluğunun yakınen tanığı ve mahalleden arkadaşı. Öyle ki araya yıllar ve yollar girse de kopmamışlar birbirlerinden. Hem Atina’da hem Büyükada’da görüşmeye devam etmişler. Naki’nin kulaklarını çınlatarak şöyle anlatıyor: “Naki, o kadar çok özler ki adayı… Bir keresinde anlatmıştı; her akşam yatağa yatınca gözlerimi kapatıp adada tura çıkıyorum ama bazen o kadar uykum geliyor ki tur yarım kalıyor diye. Adadan topladığı bazı çiçek ve yaprakları Faliro’daki evinde defterleri arasında kurutmuş. Onları göstermişti bana. İşte öyle bir özlem…”

 

80 yıla sığdırılmış, dolu dolu geçen hayatının üç büyük tutkusunan bahsederek söze başlıyoruz. Matbaa, futbol ve mekan işletmeciliği. “1944’te Büyükada’da doğdum. İlkokulu burada, ortaokul ve liseyi Heybeliada’da okudum. Şişli İktisadi ve Ticari İlimler’de işletme okurken son sene Londra’ya geçtim. Hep merak ederdim İngilizlerin yaşamını. Şöyle şeyler duyardım; 2.Dünya Savaşı’nda her vatandaşa bir litre süt ve 2 tane yumurta veriliyormuş. Türk konsolosluğundan biri gitmiş ve 20 tane yumurta istemiş, ama vermemişler. Her şey kuralına göre demişler. Bu disiplini hep merak ederdim. Sonraki yıllarda Burgazada Su Sporları Kulübü’nde müdürlük yaptım. Matbaaya olan merakım ise daha eskilere dayanıyor. Ortaokul ve lisede kitap almak için Babıali yokuşundan çıkarken kitapçıları hayranlıkla seyrederdim. O sevgi beni 30 yıl boyunca matbaacılık yapmaya yöneltti. Beraberinde reklamcılık da yaptım.” 

 

Bir de Fıstık Ahmet’in kalbinin orta yerine yerleşmiş olan bir futbol aşkı var. Öğrenciyken sokaklarda oynadığı futbolu, adalı Rumların kurduğu takım olan Acarspor’a geçmesiyle yarı profesyonel bir düzeye taşımış. “O takımda oynayan ilk Müslüman bendim” diye mutlulukla bahsettiği futbol hayatı, sonraları Galatasaray genç takımına geçerek ve Gündüz Kılıç’ın antrenör olduğu A takımında oynayarak devam etmiş. Tabii çoğunlukla babasından gizleyerek. “Babam pek istemezdi futbol oynamamı, ondan kaçak oynardım. Üniversite ve futbol beraber gitmedi… Bırakmaya mecbur kaldım. Jübilem de 20 yaşında babamdan bir güzel sopa yedikten sonra gerçekleşti. Yine de futbol oynamaya 44 yaşına kadar devam ettim. Lefter (Küçükandonyadis) abiyle, Turgay’la, Metin’le  oynama şansına sahip oldum.”

 

Barba’dan Prinkipo’ya…

45 senedir sürdürdüğü mekan işletmeciliği ise kopamadığı ve artık “iş” olarak görmediği bir serüven Fıstık Ahmet için. Bir zamanlar dilden dile yayılan; Etiler, Kuruçeşme ve Nişantaşı’ndaki Barba Meyhanesi, Beyoğlu’ndaki Tramvay, adadaki Değirmen geçmişte işlettiği mekanlardan bazıları. Şimdiki meyhanesi Prinkipo ise artık müşteriden öte birer dost olmuş nice ismin gelip geçtiği, güneşin sofrasında buluştuğu bir mekan. Bunu şöyle anlatıyor kendisi: “Eski İstanbul meyhanesi” hayalimi gerçekleştirdim ben Prinkipo ile. Sevdiğim müzikler, insanlar, lezzetler var. Doğu’nun mezeleri yoktur mesela menüde. Acılı ezme, haydari gibi tatları bulamazsınız. Sadece Ege mezelerine ve kendi üretimim olan birkaç tarife yer verdim. Dokunuş yapmayı severim; mesela yaprak sarmaya badem, kışın yaban mersini, yazın vişne koyarım. Bu tariflerin çoğunu Prinkipo Mezeleri kitabımda topladım. Meze ile elbette rakı içmeyi severim. Hatta, geçtiğimiz yıllarda çıkan Rakı Ansiklopedisi’ne katkıda bulunmuştum. O dönemlerde, Aydın Boysan, Çiçek Bar’ın sahibi Çiçek Arif ve benim bir röportajım çıkmıştı bir gazetede. Orada sordular Boysan’a: “Abi siz hep rakı mı içersiniz?” diye. O da “Rakı nikahlı karım, diğerleriyle ancak kaçamak yaparım!” diye cevap vermişti. O lafını hiç unutmam. 

 

Prinkipo’nun müşterisi bilinir, yoldan geçene buyrun gelin demeyiz; bilenler gelir. Adalılar, adaya ziyarete gelen Rum dostlarımız masa ayırtır. Pandemiden önce, Atina’da çıkan O Politis gazetesine ilan verirdim. Atina’dan o ilanla gelenlere iskonto uygulardım. Tanıdık yüzler görürsünüz burada, masalar birbiriyle tanışıktır.” 

 

Fıstık Ahmet’in Hayatında Yazmanın Serüveni 

Adalara giderken vapurda Fıstık Ahmet’in kitaplarını karıştırmayı severim. Bu defa imzalatmak için yanımda taşıdığım Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim, kapağındaki deyişle Büyükada belleğine bir armağandır. Adalarda yaşanmış hikâyeler, adadan yolu geçmiş insanlar geçmiş, bugün, hüzün ve neşe ekseninde hayat bulur. 

 

Peki, nasıl karar vermiştir Fıstık Ahmet anılarını kaleme almaya? Unutulmasın diye mi yazar, yoksa yazdıkları unutulmayacak kadar mı iz bırakmıştır hayatında? Kitap yazma macerasını anlatırken, gözleri güler. Çünkü yazmak onun için hatırlamak ve hatırlamaya değer ne varsa tarihe not düşmektir. Zaten yazmaya da anılarını not ettiği günlüklerin arkadaşlığıyla başlar. “6 yaşında okula başlayınca haylazlığımdan dolayı babam bana oyalanmam için İş Bankası’nın cep ajandasını vermişti. “Her gün ne yapıyorsun, tek tek yaz" dedi. Bir gün baktı ki o gün dayak yediğimi yazmamışım, “Neden yazmadın?” dedi. “O da yazılır mı hiç!” dedim, güldük. Bu yaşıma kadar hep günce tuttum. Sonra adalarla ilgili anılarımı yazmaya, bazı toplantılara gidip onları hikâyeler halinde anlatmaya başladım. 

 

Salah Birsel’le Karşılaşma

“Günlerin birinde, Bostancı’da işlettiğim mekanın önünden Salah Birsel’in geçtiğini gördüm. Üstat dedim, “Bir kahve ısmarlasam içer misiniz?”. “İyi de ben sizi tanımıyorum ki” dedi. Ben de “Okurlar yazarlarını tanır, ama yazarlar okurlarını tanımazlar” dedim. Öyle başladı muhabbetimiz o gün. Sonra dost olduk. Her gün mekana gelirdi, sohbet ederdik. Hatta ölmeden önceki son doğum gününde eşi, ben ve kendisi bir aradaydık evlerinde. "Ben artık bunadım yazı yazamam ama sen yazmaya devam et” dedi.” 

 

Salah Birsel dışında bir isim daha cesaretlendirir o günlerde Fıstık Ahmet’i, o da Ataol Behramoğlu'dur. Bir sabah Bodrum’a yola çıkmadan önce eline bir defter alır ve aralıksız yazmaya başlar. Hızını öylesine alamaz ki feribottayken bile yazmaya devam eder. Sonra o deftere yazdıklarını, Behramoğlu’na gösterir. Şair, “Kesinlikle devam etmelisin” deyince de yazmayı artık bir tür alışkanlıktan profesyonel bir eyleme dönüştürür. O günden bu yana hayatına Zaman Satan Dükkân, Büyükada’nın Solmayan Fotoğrafları, Bir Başka Kentte Ölümü Beklemek, Hoşçakal Prinkipo, Atina’daki Büyükada, Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim ve tarif kitaplarını sığdırır.

 

 

 

Rum Dostlar, 64’ Sonrası Büyükada ve Daüssıla 

Hem Stefanos Bey’le Paleo Faliro’da sohbetimiz esnasında hem de tanıştığım diğer adalılarla konuştuğum anlarda ne zaman Fıstık Ahmet’ten bahsedilse, beraberinde çok sevdiği Rum yakınlarının isimleri de anılır. Onlar ki aynı mahallede beraber büyüdükleri, adanın havasını beraber soludukları, aynı kaptan yemek yedikleri, sokaklarda koşturup bazen maçlara kaçak girdikleri eski dostlarıdır. Hatta çocukken bir keresinde Fıstık Ahmet, Noel’de arkadaşlarının arasına karışır. Ellerinde birer dümbelekle ilahiler okuyup, kapı kapı gezenlerle beraber para toplar. Toplanan para da bölüşülür. Aynı, Müslüman bayramlarında el öpülerek toplanan mendilleri bölüştükleri gibi. 

 

“Adalı Rumlar öyle hassas, öyle zarif insanlardı ki Ramazan Bayramı’nda iftar vaktini beklerlerdi. Dışarıda yemek yapacaklarsa, koku oruç tutanların burnuna gitmesin diye”. Hiçbir anlaşmazlık olmaz aralarında, aileler de birbiriyle görüşür. Paskalya’da çörekler, kurabiyeler gelip gider evlere. Bazı akşamlar bir arada yemekler yenir, kahveler içilir. Bütün İstanbul’da durum belki böyle değildir; çoğunlukla kendi cemaatleri arasında sosyalleşir insanlar ama adadaki resim budur. Farklılıkları gözetmeksizin kaynaşılır evlerde, masalarda, sokaklarda. Yalnız tek bir şeyden korkar aileler: “Ya bizim çocuk, bir Türk’e aşık olursa!” Aynı endişe Türkler için de geçerlidir. Arkadaşlık ve dostluğa ne kadar övgü varsa, bu yakınlaşmalar konusunda da bir o kadar çekinceleri vardır ailelerin. 

 

1964 Tehciri sonrasında Büyükada çehresinin büyük ölçüde değişimine ve tanıdıkların bir bir adadan gitmesine şahit olur Fıstık Ahmet. “1964’te Rumların çoğu politik sebeplerle kovulana kadar akraba gibiydik. Onlar gittikten sonra yerlerine gelenler buradaki mevcut Türk tebaalı Rumları tehdit etmeye başladılar, rahat vermediler. 1974 Kıbrıs Harekatı olunca da bu tedirginlik iyice arttı. “Burada yaşamaya hakkımız yok artık” diye düşündü bazıları. Mesela Koço Kasapoğlu vardı, milli futbolcu. Bir gün ağzının içine tabanca dayayıp dükkânını bize vereceksin diye tehdit ettiler. Özetle, sabahleyin kalimera diyen adam gitti, yerine selamın aleyküm diyen adamlar gelmeye başladı. Bu değişime ayak uydurmak bizim için de zor oldu.” 

 

Bütün bu yaşadıklarını anlatmak ister Fıstık Ahmet. Çünkü “ada” onun için, Rum dostlarından ayrı düşünülemez. 2007’de Atina’daki Büyükada kitabını yazmak için Atina’ya gider. Eski komşularını ziyaret eder, onlarla röportajlar yapar. Ama ilk başta birçoğu konuşmak istemez. Çekinirler geçmişi anlatmaya. Adadan komşuları Marika ve eşi Yanni’ye uğrar bir gün Atina’daki eczanelerinde. Onlar da pek yanaşmaz söyleşmeye. Yaşanan yaşanmıştır artık, derin yaraları kanırtmaya lüzum yoktur. Israr etmez Fıstık Ahmet. Zaman Satan Dükkân kitabını bırakır ve çıkar. 3 gün sonra Yanni, oteline kadar gelir. “Yahu, beni aldın götürdün gençliğime, adalara…” der. Ortak arkadaşlar çıkar… Zaman içinde sıkı fıkı olurlar. Kitapta anıları yer alan onlarca isimden biri Yanni olur. Akillas Millas ise büyük bir cömertlikle fotoğraf arşivlerini açar yazara. Ne zaman Atina’ya gitse Fıstık Ahmet, Akillas Millas’a uğrar. Hoşbeşin içine muhakkak adaya da yer açarlar. Millas adaya geldiğinde mantar toplamaya çıkarlar birlikte. Fıstık Ahmet’in şişe koleksiyonu yaptığını da bilir ve bir gün arayıp şöyle der: “50 senelik bir uzo var elimde. Senin için bekletiyorum, ne zaman geleceksin Atina’ya?”

Masaya Yeni Gelenler, Mustafa Karaduman’ın Ada Fotoğrafları…

Sohbetimiz devam ederken ve Prinkipo’nun lezzetli mezelerinden tadarken, kapı aniden aralanır. Çilingir soframız birkaç saate birbirini tanıyan üç beş kişinin dost masasına dönüşecek, anılar arasında gelip giderken yenileri içeriye buyur edilecektir.

  

Girenler “Ooo Ahmet Abim, nasılsın?” diyerek bir bir yerleşir masaya. Biz konuşurken de arada bir kapı açılarak bir selam alınır, bir selam verilir. Belli ki evlerine gitmeden önce bir uğramak isterler adalılar sevdikleri bu mekana. 

 

-“Hemen bir içki koy Erkan’a…

-Ahmet Abi, hiç gerek yok. Bak hep sarhoş ediyorsun beni! 

-Bak, oğlum tek ayakla yürünmez, iki ayakla yürünür!”

 

Büyükada’nın en eski fotoğrafçılarından Mustafa Karaduman’ın oğlu Erkan Karaduman, masaya oturduğu anda Madam Theresa’dan söz etmeye başlar. “Kadın resmen İstanbul’u sayıklayarak öldü gitti. İstanbul’a gelmek istemiş. Sirkeci veya Galata Köprüsü’nün önünden vapura atlayıp adalara gitmenin hayalini kurmuş. Orada son bir çay içmek için neler vermezdim diyerek… Ah…” Erkan Bey’in sözünü ettiği ve Temenna Sokak’tan komşuları olan Theresa, söylenen o ki adanın en güzel kadınlarından biridir. Ve elbette Mustafa Bey’in kamera vizörüne takılmaması mümkün değildir. 

 

O vakit, Erkan Bey’in çocukluk günlerinden kalma fotoğraflarıyla zamanı geriye sarmaya başlarız. Bugün Taş Mektep diye anılan, “Sofronios’un evi” olan Büyükada Ortaokulu’nda okurken okul takımında oynadığı yıllar çıkar karşımıza. Babasının çektiği karelerde başka hallere bürünmüş ama hep güzel olan Büyükada’yı seyredalarız masaca. “Çocukluğumuzda ada çok izole bir yerdi. Çok sık kalkmazdı vapurlar. Gelen gemilere çocuk merakımızla bakışımızı hiç unutamam. Bir de adalara uğrayan ünlülerin hikâyeleri döner dururdu.” diye anlatırken Erkan Bey, laf elbette Maria Callas’a da gelir. Çünkü ünlü operacı, 1959’da gönlünü kaptırdığı ve sonrasında kariyerinin ve belki de yaşamının da sonunu hızlandıracak olan aşkı Aristotle Onassis’in yatıyla Büyükada’ya gelmiştir. Hatta o gün yatta Churchill de vardır. O aşık ki Callas’ı bir süre sonra terk edecek ve Kennedy’nin eski eşi Jacqueline ile evlenecektir. Birçoğuna göre Callas bu evlilikle yıkılır ve büyük bir bunalıma girer. Kariyeri de orada son bulur. 

 

Mustafa Bey’in çekmiş olduğu fotoğraflar arasında daha neler yoktur ki… Bir zamanlar adada açtığı ve bir kefil sayesinde bulup getirdiği buzdolabı önünde kareye giren üç kardeşin (Erkan Bey ve kardeşleri) poz verdiği o büfe, eller arasında taşınarak eski usül bir şekilde hastaneye yetiştirilen hastalar, adanın şık, alımlı kadınları, yüksek kahve sakinleri, birbirinden hiç ayrılmayacakmış gibi görünen aileler, nişan törenleri… İçlerinden birine göz takılır ve uzun uzun bakmak ister insan. Ada sokaklarında bir faytonda yan yana Şah Rıza Pehlevi ve bir düş güzelliğindeki eşi Farah

 

Akşam geceye bağlanırken konuşmalar yavaşlar Prinkipo’da. Anason kokusu sinmiş sohbetler kahkaha ve şakalarla daha az bölünmeye başlar.

 

-“Hadi yavaştan kalkalım biz”

-“Görüşürüz Ahmet Abi”.

Günlük vedalar edilir. Evlerine döner adalı çakırkeyifler. Prinkipo’nun kapısını kapatırlarken, son bir selam verirler geride bıraktıkları masalara ve Ahmet Abilerine. 

 

 

Not: Siyah beyaz fotoğraflar Mustafa Karaduman tarafından çekilmiş olup, oğlu Erkan Karaduman arşivine aittir. 

Fotoğraflar Sırasıyla: Madam Theresa ve çocukları, Erkan Bey kardeşleri, anne ve anneannesi ile, adadaki büfede Erkan Bey ve kardeşleri, Büyükada Ortaokulu takımı, Erkan Bey'in anne ve babası, adada sedye ile hasta taşıma, Şah Rıza Pehlevi ve eşi Farah ada faytonunda.

 

bottom of page