ORHAN PAMUK'UN
ADALARI
Yazı & Fotoğraflar - Avlaremoz'da Eylül 2023'te yer almıştır.
Her yazarın bir meskeni vardır gibi gelir bana. Nereye giderse gitsin, dünyanın öbür ucundayken bile “o yerde” atar kalbi. Sait Faik, bugün bile Burgazada’sında, elinde kağıt kalem Bayraktepe’de bir çam ağacının altında köpeğiyle yan yana öylece durur sanki. Sabahattin Ali, Kazdağları’nda, Havran’da, Edremit’te aniden çıkar karşıma, biraz yana kaymış yuvarlak gözlükleri ve daimi şıklığıyla. Mario Levi, Moda’da bir çay bahçesinde hafif kekremsi çayını yudumlarken uzaklara dalar gider gözleri. Kesin yazacağı yeni kitabının karakterlerini buluşturuyordur birbirine açılan İstanbul sokaklarında. Heybeli’ye yolum düşünce, Hüseyin Rahmi’nin bir asırı devirmiş ve artık yorgun düşmüş evinin bahçesinde, koluna sıkıştırdığı kağıt ve not defterleriyle Orhan Pamuk’a denk gelirim. Mis gibi çam kokuları arasından yürüyerek Değirmen Burnu’na kadar ilerleriz yazarla. Orada Pamuk, bisikletiyle ada gezisine çıkmış Hüseyin Rahmi’yi selamlar, biraz mahçup bir ifadeyle.
“Ada bana sevgiyi öğretti.” Bu cümleyle başlar, Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar kitabındaki anlatılarından biri. Sonra sürdürür yazar, zihninde yer etmiş bazen net, bazen silik görüntüleri ve sesleri anlatmayı. Heybeliada’daki “değirmen sesleri, fayton sesleri, Rum komşularının pencereden yayılan sesi”… Hepsi, daha dün gibi aklındadır.
İsmet İnönü’nün Heybeliada’daki evine yıllar sonra girdiğinde buruk bir his sarar Pamuk’u. Derin bir boşluk hisseder ve “artık bizim olmayan aile evimiz gibi” der, terk edilmiş o ev için. Ruhundaki bütün bu izlerle bazen o günleri hatırlar, bazen de unutmak istediği anılarını parantezler açarak yine de anlatır okuyucularına. İstanbul nasıl bir iz bıraktıysa, adalar da öyle derin bir etki bırakmıştır yazarın ruhunda. Nasıl bırakmasın ki? Pamuk, 1952 yazında henüz on günlükken babaannesinin Heybeliada’daki evine getirilerek ilk kez o zaman ada havasını solumuştur. O seneyi takip eden hemen hemen her yaz adaya ailece gelinir, bazı önemli eşyalar İstanbul’dan getirtilerek yaz vakitleri geçirilir, boynu bükük o eski evde. Ta ki 1991 senesine dek. Daha sonra, ailenin ekonomik koşulları değiştiği için ada evini elden çıkartmak zorunda kalırlar.
Pamuk, 50 yıl süresince Burgazada, Büyükada, Sedef Adası ve Heybeliada’da yazlarını geçirir. İstanbul bir dönem Pamuk için; kendi deyimiyle kışları Nişantaşı, yazları Heybeliada demektir. Hatta Cevdet Bey ve Oğulları kitabı da bu hissiyatın izlerini taşır. Bazı kitaplarını kaleme alırken de yine adaları seçer yazar. Örneğin; Benim Adım Kırmızı’yı Sedef Adası’nda, Veba Geceleri’ni Büyükada’da begonvillerle dolu bahçesi olan bir evde yazar. “Büyükada’nın çiçeklerinden, renklerinden, kargalarından bazılarını Minger’e taşıdım.” der, Veba Geceleri’nin kurgusunu anlattığı Uzak Dağlar ve Hatıralar’daki notlarında. Bir gün evine gelen İngiliz bir konuğu sorar Pamuk’a “Bu uzak dağlar neresi?” diye. İşte, o “uzak dağlar” yazarın Cihangir’deki evinin balkonundan seyretmekten bir gün bile sıkılmadığı, yılın belli dönemlerinde gidip yaşamaktan büyük zevk aldığı adalardır.
Yazar, çocukluğunda yazlarını geçirdiği Heybeliada’daki evlerine yakın bir yerde ev kiralar bazen. Kısa yürüyüşler yaparak o eski evin olduğu yere varır. O an geçmişinin siyah-beyaz filmi bazı silinmiş sahneleriyle döner durur karşısında. Yaz bittiğinde terk edilen evlerin bahçelerinde boş kalmış salıncaklara gözü takılır, kuru yapraklar arasında çocuk olup çıkmamak için zor tutar kendini. Yalnız kalmış bomboş evlerin balkonlarından etrafını seyretmeyi hayal ederken, içinde hissettiği sonbahar hüznünden haz duyar. Bazen de adımları onu, Hüseyin Rahmi’nin evine götürür. Harabe halindeki evde, yazarın el yazmalarını yere dökülmüş görünce kırık dökük hatıralar yine çıkıverir saklandığı yerlerinden.
Pamuk, anılarını anlatırken sadece İstanbul güzellemesi yapmaz. Şehrin nostaljik, hoş, estetik yanlarını bize kelimeleriyle getirmekle yetinmez. Adeta eldivenlerini çıkarıp, çıplak elleriyle ruhunun en derinine dokunmasını bilir. Bazen acıtıcı olduğunu bilse de. Mesela çocukluk günlerini anlatırken Nişantaşı’ndaki Pamuk Apartmanı’nda yaşanılanları; babasının ani gidişlerini, annesinin pencereden dışarıyı seyrederken odaya hakim olan hüznünü, yalnızlığını, aile içi tartışmaları, iflas günlerini ve daha birçok kalbi kırık anıyı yüzleşircesine aktarır. Sanki bazen babasından, bazen abisinden, bazen de onu anlamadığını düşündüğü aile bireylerinin birinden tatlı sert hesaplar soruyordur yazarak. Bu esnada aktardığı olayların veya durumun arka planında kalmaz yaşananlara “mekan” olan o yerler. Olayın en az ana karakteri kadar ön plandadır. Bu bazen Nişantaşı’ndaki aile apartmanın hafif loş bir odasıdır, bazen balkonundan Paşabahçe vapurlarını izlediği Cihangir’deki yazı odası, bazen de Heybeliada’daki babaanne evinin bahçesi.
Pamuk’un adaya gidiş zamanını anlatırken “çilek ve kiraz fiyatları düşmeye başlayınca” diye tasvir ettiği dönemler, kaleminin de susmadığı; sık sık yazılar yazdığı, roman fikirlerinin kafasında uçuşup durduğu zamanlardır. Sadece çalışmayı değil elbet, arada amaçsızca ada sokaklarında gezinmeyi de sever. Bazen de bir kır kahvesinde saatlerce çay içip, önünden geçip giden tanımadığı yüzlerde anlamlar aramayı, Büyükada kitapçılarında kitaplara göz atmayı, Burgazada’nın sakin sokaklarında dolaşmayı, sahil lokantalarında vakit geçirmeyi sever. Sabah işe koşanları seyretmek için Büyükada İskelesi’nin karşısındaki çay bahçesini, uzun yürüyüşler yapmak için de Asaf Mevkii’nden Değirmen Burnu’na uzanan ağaçlıklı yolları seçer kendine. Ada insanından hoşnuttur. Çünkü onu darlayıp bunaltmaz, yazar tempolu bir sabah yürüyüşü yaparken “günaydın üstat” diye selam verip geçerler yanından. Ama en çok da adalarda sonbaharı ve kışı düşleyip durur. Sonbaharın melankolisinden, kışın yalnızlığından korkmadan bekler ada sokaklarının sükunete kavuşmasını.
Zamanın ruhundan her gün bir şeyler eksilip durur İstanbul’da. Yine de mekanların hafızasından silinmek istemez bazı izler. Pamuk’un buzlu camları arkasından izlerken “göz yaşartıcı bir gölge oyununa” benzettiği ebeveyn kavgalarına şahitlik eden adadaki o eski kapı kırıktır, ama duruyordur bir evin bir oda girişinde. Heybeli’nin yaşamında sanki “Biz de varız, buradayız işte!” der gibi gösterirler kendini, takvimlere hınçlı bir halde. Orhan Pamuk ve kuzenlerinin çocukluk çağlarında, boy ölçülerinin cetvel ve kalemle üzerine işaretlendiği, boyaları dökülmüş o duvar gibi. O duvardaki rakamlar yükselir ve yetişemez zamana. 70 yıllık bir evin hayaleti gezinmeye başlar Heybeli sokaklarında. Pamuk’un, ailesinin ve kim bilir nicelerinin ömrünün bir kıyısında durup yaşamı seyrettiği adalardan o izleri bugüne taşır. Bazen silik, bazen açık seçik.
— Yazıya Kaynak Olan Kitaplar:
İstanbul Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, 2003
Manzaradan Parçalar, Orhan Pamuk, 2010
Uzak Dağlar ve Hatıralar, Orhan Pamuk, 2022