Human & Travel Stories
KUZEY EGE'DE
YENİ HAYAT

Yazı & Fotoğraflar - Vogue Türkiye Aralık 2022 sayısında yer almıştır.
“Başka bir hayatın” da mümkün olduğunu göstererek Kuzey Ege’de yeni bir hayat şekillendirmiş, kimine göre “deli”, kimine göre “cesur” ama kesin olan şu ki büyük bir özveri ve emekle yola çıkmış kişilerle buluşuyoruz bu yazıda. Ayvalık’ta kahve ve pizza denildiğinde akla gelen simalardan Cemre Çebi, Güre - Kavurmacılar Köyü’nde bir mekanı adeta sıcacık bir eve çeviren Feza Işıklı ve kızı Kübra ve beş haneli bir köyde meraya nazır bir pizza restoranına hayat veren Gizem Kunt Kocaoğlu ve Erdem Kocaoğlu.
Kuzey Ege, sakinlik arayanların, kafa dinlemek isteyenlerin ya da kendine daha fazla vakit ayırmayı arzulayanların meskenidir çoğu zaman. Bütün bunların yanında, yepyeni başlangıçlara da gebedir bu bölge. Buz gibi denizine, yemyeşil çamlar ve meşelerle çevrili yılankavi yollarına hayran olup kalır, tek mekanı bir köy kahvesinden ibaret olan bir yere aşık olup çıkar, yeni baştan başlamak için tüm gücü içinizde bulursunuz kimi zaman. Saat tik taklarının hayatın ritmiyle zıtlaşmadığı bu topraklarda, işi gücü ve hayatı sorgularken bulursunuz kendinizi. O esnada, Aristo da fısıldayabilir kulağınıza, kendi iç sesiniz de: “Deli misin sen? Ne işin var burada?” Yolun ortasında farkına varılır ki güzel bir delilik halidir bu. Yarına başka gözlerle bakmanın en kolay yolu değil ama en kestirme yoludur belki de. İşte, tam da böyle hissedenlerin ve bütün “keşkelere” ikinci bir şans verenlerin hikâyelerini okuyacaksınız bu yazıda.
Reklamcılıktan Aşçılığa Uzanan Bir Serüven: Cemre Çebi
Cemre ile Ayvalık’ın en güzel sokaklarından birinde, köşede bir çınar ağacı altında buluşuyoruz. Sonbahar renklerine kavuşmuş yaprakların gölgesindeki yer, Cemre ve eşi Görkem’in emekleriyle oluşmuş, Ayvalıklıların kahve buluşmalarına ev sahipliği yapan Paleo Coffee. Cemre, daha ilk anda bulaştırmayı başardığı neşesi ve enerjisiyle karşılıyor beni, kafenin en güneşli yerinde. Kahve kokuları eşliğinde yaptığımız sohbetimiz esnasında farkına varıyorum, aslında bir mekanı oluşturma sürecinin nasıl özveri ve zaman gerektirdiğini. Cemre’nin arasında mekik dokuduğu evi, bu kafe ve pizza restoranı Onbeş, öyle şıp diye ortaya çıkmamış.
Cemre, uzun yıllar İstanbul’da reklam sektöründe çalışmış. Ta ki sektör değiştirmeye karar verip, MSA’da aşçılık eğitimi alana kadar. Ondan sonra, bir süre fine dining restoranlarda çalışmış. “Ben Karadenizliyim, ailenin kadınları görsel hafızamda hep yemek yaparlardı. Baklavalar, börekler eksik olmazdı soframızdan. Dolayısıyla, bir tarafım hep yemek yapmaya ilgiliydi” diye anlatıyor bu mesleğe yönelmesini. Paleo Coffee’yi ise profesyonel olarak pizza yapmaya başlamadan önce; yavaş yavaş yeni hayatını Ayvalık’ta şekillendirirken açmış. Kafenin ardından, geçtiğimiz yaz açtığı pizza restoranının hikâyesine geliyor söz. “7 sene önce İstanbul’dan taşınıp, burada bir mekan açma hayalleri kurarken, arkadaşım Furkan bana pizza yapmam konusunda cesaret verdi. “Tutkuyla bağlanırsan kopamayacağın bir şey pizza yapmak” demişti ve öyle de oldu. Nasıl oldu da bir anda, Onbeş’e gelen insanlara pizza yetiştirmeye çalışırken buldum kendimi bilmiyorum.” Bunları anlatırken sıkça kahkahalar atsa da Cemre, aşçılığın zorluklarını es geçmiyor. Fiziksel ve ruhsal zorluklar, meslek değiştirme ve buraya taşınma sürecinde epeyce çıkmış karşısına.
Ayvalık’ta yaşamanın zor olmadığına değinen Cemre, şunu da ekliyor: “Zaten sık gelip gittiğim bir yerdi. Buradaki mahalleye dahil olmam, kendimi kabul ettirmem zaman alsa da başardım bence. Mahalle kültürüne hiç yabancı değilim, çünkü Tekirdağ’da büyüdüm. Buradaki komşuluklar benzerdi. Mesela aşure zamanı evlere aşure götürülmesi, akşamları kapı önünde oturup komşularla kahve içmek… Arkadaşlıkların da yaşı yok burada. Bir arkadaşımın anneannesi Girit’ten gelmiş zamanında, şimdilerde 100 küsur yaşında. Onunla oturup kahve içmek o kadar keyifli ki. Bir de Sabahat teyzemiz var mahallede; o da gelir bizde her sabah cappuccino’sunu içer. Oğlu Viyana’da yaşadığından zamanında orada denemiş, sevmiş.” Bütün bunların yanında Cemre’ye göre şehirde yaşamak biraz da “hiçkimse” olmak. Fakat Ayvalık gibi küçük yerlerde yaşarken “birisin”. “Dükkândan çıkıp eve yürüyene kadar, eğer moralin bozuksa bunu muhakkak anlarlar çünkü herkes tanıdık ve onlara selam veriyorsun. Hiçkimseden ve hiçbir duygudan kaçamıyorsun.”
Komşuluklar, çatkapı misafirlikler ve şehre kıyasla araca ihtiyaç duymadan; yani daha özgürce hareket etme imkanını dışında Ayvalık’ta yaşamanın mesleki anlamda Cemre’ye neler kattığını merak ediyorum. O noktada, söz mübadele yemeklerine geliyor. Ayvalık’ın öne çıkanları arasında, Girit ve Midilli’den gelenlerin halen yaptığı özel lezzetler var. Mesela bir komşusundan, Giritlilere özgü lor pidesi “mizitropites” yapmayı öğrenmiş. Bunun gibi tarifleri birinci ağızdan öğrenip, uygulamayı çok sevmiş. Bunu da “Ayvalık’ta Ege otları meşhurdur. Sarp isminde vegan bir arkadaşıma ithaf ettiğim otlu bir pizza bile var. Bu gibi şeyleri kendi restoranımın tatlarına nasıl uyarlarım diye hep düşünüyorum. Hepsinin mesleki anlamda bir getirisi oluyor.” diye açıklıyor.
Sohbetimizin sonlarına doğru dışarıda Cemre’yi bekleyen arkadaşına dönüp, “Kusura bakmayın uzun sürdü, sizi beklettik” diyorum”. “Yoo, ben sadece burada durup uzaktan izlemek istedim” dediğinde fark ediyorum. İstanbul’un tersine, burada hiçbir şeyin telaşla yapılmadığını ve insanların aynı Augustus ve Titus’un dediği gibi sadece “yavaşça acele ettiklerini”.




Aromatik Bitkilerin Ortasında Bir Yaşam: Feza & Kübra Işıklı
Yıllar önce Güre’nin Kavurmacılar Köyü’ne çıkarken tesadüfen keşfettiğim, kıpkızıl bir gün batımında manzarasına bakmaya doyamadığım bir yere yeniden çıkıp geliyorum. Bu defa, o yerin sahipleriyle tanışacağım için heyecanım büyük. Bugün güneş bulutların arasından yüzünü göstermese de bu puslu haliyle bile gözüme hoş görünüyor pencerenin ötesi. Kapıdan içeriye girer girmez mis gibi kokuların geldiği Social Pub Kazdağları’nda, Girit çayı eşliğinde buluşuyoruz anne-kız ile. Çayın içine konan bitki de hemen şuradaki bahçede yetişiyor belli ki. Bir de sanki hikâyeleri var gibi gözüken, enterasan eşyalar var her yanda. Bunda yanılmadığımı sohbetin başındayken anlıyorum. Feza Hanım, duvarda gördüklerimin yıllar içinde eşiyle toplayıp biriktirdiği antika parçalardan, çoğunun da kendilerinin yaptığı şeyler olduğunu söylüyor. Neredeyse ıssız denilebilecek bir köye, nasıl oldu da yerleşmeye karar verdiklerini merak ediyorum. Birçoğumuzun yalnızlıktan korkarak her anlamda kalabalıklara boğulduğu bir zamanda yaşıyoruz ne de olsa. Kavurmacılar Köyü’ndeyse iki elin parmağını geçmeyecek kadar ev var. İstanbul’da aromaterapi ve cilt bakımı üzerine uzun yıllardır çalışan Feza Hanım, bunu şu sözlerle anlatıyor. “Hiçbir şey planlı değildi. Aynı, eşim Ercan’la yıllar içinde bu topladığımız eşyalar gibi, zamanla oturdu yerine her şey. Zamansız kaybettiğim babam bu bölgedendi. Çocukken amcamın yanına gelip bu civarda gezerken sanki babama yakınlaşır gibi hissederdim. 24 sene evvel eşimle bu tepedeki köye çıktığımızda, sadece örülmüş dört duvar vardı. Orayı birkaç gece rüyamda gördüm. Burada yaşama isteği öyle çıktı ortaya.” Feza Hanım ve eşi Ercan Bey, bir zaman sonra 4 odalı küçük, samimi bir oteli işletirken bulmuşlar kendilerini. Onların anılarına ait eşyalar da etrafa yayılmış, sanki bilinç dışı buraya aitlermiş gibi. Marangoz masaları, gemi ve sinema koltukaları, tablolar, gemi lambaları…
Bir yandan İstanbul’daki işini devam ettiren Feza Hanım, bir yandan da buradaki odasında misafirlerine doğal cilt bakımı yapmaya devam etmiş. Hemen yan taraftaki kafesinde yulaflı keki, bahçesinden topladığı reyhanlarla yaptığı reyhan şerbetini, hiçbir şey değişmeden aynı hevesle sunmuş gelenlere. Yıllar sonra da kızları Kübra dahil olmuş bu hikâyeye. Bahçede yetişen aromatik bitkiler, erkek arkadaşı Ufuk’la beraber yaptıkları kokteyllerde kendilerine yer bulmuş. Misket limonları şekere yatırılıp şurup olurken, Feza Hanım da umutla izlemiş onları. “Biz eşimle emek vererek yaptık burayı. Kızımız yanımıza gelmeye karar verince, tabii ki mutlu olduk. İnanıyorum ki gençlerin başka bir bakış açısı var. Onların bilgisiyle harmanlanıp, ileriye taşınabilir birçok şey. Bir yerin ruhunun devamlılığını sağlamak da öyle mümkün.” derken ne kadar heyecanlı olduğunu görüyorum kendisinin. Kübra ise lafa şöyle giriyor; “Zaten böyle sakin yerlere bir amaçla gelmek gerekiyor. Benim içinse pandemiyle başladı bu değişim. İlk o dönem, burada uzun süre kaldım. Şunu kabul etmek gerekir ki İstanbul’da yaşam biraz yorucu. Hep mevcut düzeni korumaya yönelik her şey. Buradaysa mecbur olmasan bile erken kalkıyorsun çünkü daha zinde uyanıyorsun. Gün daha uzun gibi geliyor; bahçede dur şunu koparayım, şunu sulayayım derken hep hareket halinde geçiyor günler. Durağan ama bir yandan da çok değişken. Her gün manzarada başka bir renk görmek mesela…”
Kübra ve Ufuk bu mekanı kurgularken, sadece kokteyl yapalım diye değil, hem arkadaşlarının buraya gelmesi hem de tanımadıkları insanlarla tanışmak düşüncesiyle de yola çıkmışlar. “Daha geçen gün mekana gelen bir arkadaş grubuyla saatlerce sohbet ederken bulduk kendimizi” diye anlatırken Kübra, böyle sakin, küçük yerlerde sosyalleşmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Bir yandan da babasıyla zıtlaştıkları küçük detaylar üzerine düşününce kendisi, buradaki birçok şeyin eski yöntemlerle halledildiğini görüp, ona zamanla hak vermiş. “İstanbul’da öğrendikleriniz burada işe yaramıyor. Resmen başka bir kuralı var buraların.” Bakış açılarını belli bir zaman sonra kaynaştırmaya, ortaklaşa bir duyguyla hareket etmeye başlamış aile. Belki de bu yüzden adımımı içeriye attığım ilk andan itibaren o sıcaklığı hissediyorum. Bir ailenin yeniden var etmeye başladıkları o hayatın sıcaklığını.






Pizza Hayalinin Peşinde, Küçücük Bir Köyde: Gizem & Erdem Kocaoğlu
Gizem ve Erdem’in her şeyi neredeyse yoktan var etme gücüne yazın başında tanık olmuştum. Birkaç ay içinde Ayvacık’a bağlı 5 haneli Cemaller Köyü’nde, hem evlerini yapma hem de pizza restoranlarını açmanın verdiği o tatlı telaşı dün gibi hatırlıyorum. Bu defa, bütün bu yolculuğu onlardan dinlemek için yolumu düşüyorum Pizza Mera’ya. Köpekleri Hera ve Zeus karşılıyor beni. Sobası yanan sarı-sıcak o odaya geçiyoruz. Birçok kişiye ilham olacağını umduğum bu çifti tanımak için biraz geçmişe dönüyoruz. Söze Gizem başlıyor: “Doğma büyüme İstanbulluyuz. Ataköy’de yaşıyorduk. Kızımız Lâl orada doğdu. Ben büyük bir holdingde çalışıyordum, Erdem de perakende kozmetik zincirlerinin birinin pazarlamasının başındaydı. Her hafta sonu dedemin İstanbul yakınlarındaki bahçesine gidip vakit geçiriyorduk. Doğayla olan yakınlığı ilk orada; toprağı ekip biçerken tattık diyebilirim.”
Ailece kayak turizmine meraklı olduklarını, kızlarının da 3,5 yaşından beri snowboard yaptığını öğreniyorum. Bu durum öyle bir tutkuya dönüşmüş ki kendilerini her hafta sonu bir yerde kayarken bulmuşlar. Hal böyle olunca da maliyeti düşürmek adına, karavana yönelmişler. Erdem, “6 ay boyunca bir çiftlik evinde karavanda kalarak deneyimledik doğal hayatı. Pandemi dönemini orada geçirdik. Karavan sayesinde küçülmeninin önemini, aslında ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu anladık. İstanbul’a dönünce de artık evde durmak istemediğimizde hem fikirdik. İstanbul’daki her şeyi kapatıp, işlerimizi bırakarak o çiftliğe taşındık. Sonra da bu köye yerleştik.” sözleriyle anlatıyor değişimi tetikleyen o ilk anları. Tabii, aileler ilk etapta bu kararlarına tepkiyle yaklaşmış. O kadar emek verip kariyer yaptınız, bırakılır mı onca şey? diyerek. Sonra alışıp, “iyi ki yaptınız” demişler. “Değişim hep sancılıdır, buna hazırlıklı olmak gerek. Konfordan vazgeçmeden değiştiremiyorsun hayatını. Şu da var; ilelebet bir yerde sabit kalma fikri bize göre değil. Karavancılık belki o yüzden cezbetmişti bizi.” diye açıklarken Gizem, onun da gözünde o “iyi ki”yi görebiliyorum.
Peki, bu pizza meselesi nasıl başladı diye sorduğumda, aslında pizzanın hayatlarında hep olduğunu, Gizem’in yıllardır evde pizza yaptığını öğreniyorum. Bu durum, bir süre sonra bu köyde ne yapabiliriz sorusuna yanıt olmuş. Pizza üzerine eğitim alıp, denemeler yapmaya başlamış Gizem. Erdem’e göreyse sadece iyi pizza için değil, bu çevrede yaşayanların sosyalleşebilmeleri için de böyle bir mekanı düşünmüşler. “O kadar mutlu oluyoruz ki gelenlerin yan masadakilerle sohbete başlamasına. Restorandan çok, bir ev gibi olması hoşumuza gidiyor.” diyor. Bu işin ölçeğini küçük tutmak istemeleri de sürdürülebilir olmasıyla ilişkili. Kimileri, çifte “Daha çok eleman alın, burası tuttu nasılsa, büyütün” demesine karşı belli bir duruşları var. Bunu da Erdem, “Sürekli büyümeye odaklı olmanın, İstanbul’daki kurumsal yaşamdan farkı olmayacaktı; aynı kısır döngüyü istemedik. İşin boyutu büyüdükçe keyfi de kaçıyor sanki…” diye açıklıyor.
En çok merak ettiğim sorulardan birine geliyor sıra. 9 yaşındaki kızları Lâl, bu küçük köyde sosyalleşebiliyor mu? Ya da eğitimi nasıl ilerliyor? “Öncelikle, biz mutlu olalım ki çocuğumuz da mutlu olsun düşüncesiyle hareket ettik. Lâl şu anda Ayvacık’ta devlet ilkokulunda okuyor. Şartları iyi. Okul servisi hizmeti var, kapalı yüzme havuzu var. O yönden keyfi yerinde. İstanbul’da okumaktansa burada okumasının bir şans olduğunu görüyoruz. Uzun dönemde ne yapabiliriz diye düşünüyoruz tabii. Ama öte yandan, eğitimin bir kalıba sokulmasına da karşıyız. İstediğin her yerden, örneğin şu anda Harvard’dan bile online eğitim alabiliyorsun. Aslında içinde öğrenme dürtün varsa her yerde bunu gerçekleştirebilirsin. Bu bir vurdumduymazlık değil ama kendi kendini geliştireceği farklı yollara açılsın istiyoruz kızımız. Sadece okulda alınan bir şey olmamalı eğitim.” diye özetlediklerinde her şey yerli yerine oturuyor. “10 kişilik bir köyde yaşasak da çocuğumuz rahatça sosyalleşebiliyor. Sürekli gelen gidenimiz var. Hem evimize, hem mekana insanlar uğruyor. Muhtarımızın torunları var, onlarla oynuyor. Asla izole bir yaşam yok burada.” diye de ekliyor Gizem.
Keşke daha çok insan böyle girişimlere açık olsa diye içimden geçirirken, Gizem şuna da değiniyor. “Çevrede 64 tane köy var her köyün kendi değeri var. Göç almak demek köylünün yavaş yavaş terk etmesi demek bu yerleri. Ama doğru yatırımlar yapılmalı. Güzel hizmet mekanları olursa bu bölgede, çok daha uzun vadeli ve sürdürülebilir olur bu göçler. Ufacık bir yatırımla bir iş yapılabileceğinin bir göstergesiyiz biz.”



