DÜŞLERİN PEŞİNDEN
BİR BEYOĞLU ROTASI
Yazı & Fotoğraflar - Aposto İstanbul Mayıs 2021 bülteninde yer almıştır.
Ne zaman bu kenti özlesem, sayfalarını kıvırmaktan iyice kabarmış olan kitaplarımı karıştırırken buluyorum kendimi. İçinde yaşadığım halde, kafamda kaybolmaya yüz tutmuş bir semti, kelimelerle yeniden var edebilme isteği doğuyor içimde. Belleğimde yer etmiş, altlarını çizdiğim o cümleler en baştan köprüler kuruyor durgun suların üzerinde. O sayfalarda anlatılanlar içimdeki aç kalmış bir nostalji delisini besliyor. Belki de kitapların yardımıyla silinip giden aidiyet duygum bir nebze onarılıyor. Hayallerim ve anılarımla var edebildiğim bir kayıp semtin, bütün taşları döşeniyor bir bir. Ve ben de kendimi bırakıp, eğri büğrü o taşlara takılarak yürümeye devam ediyorum.
İşte böyle anlarda, Demir Özlü’nün “Bir Beyoğlu Düşü” kitabına gidiyor elim sıkça. Hızla değişen Beyoğlu’nun, değişmeyen köşelerini meraklı bir İstanbullu eliyle koymuş gibi bulabilsin diye yazılmış sanki. Rutubet kokan arka sokakları, sıva çatlaklarından yeşil otlar bitmeye başlamış eski binaları, sessiz bir anda vapur düdüklerinin aniden duyulduğu siluet yüklü terasları, dünün kamburlaştırıp üst üste yığdığı kitap yığınlarıyla sahafları, yorgun kiliseleri, enerjisi bitmeyen caddesi… Hepsi, Beyoğlu ruhunu çatlak bir bavulla da olsa, taşıyor. Tünel Pasajı’na varınca, Harbiye, Kurtuluş tramvaylarını veya kitaptaki ana karakterin sıkça uğradığı Fischer Lokantası’nı bulamıyorum. Ama, yazarın, “karanlık ruhunu henüz kavrayamadığım kentten, önümde uzanan belirsiz gelecekten bir korunma yeriydi benim için bu ev,” dediği ev işte orada; Tünel Geçidi’nin tam üzerinde duruyor.
Gürültünün içlerine kadar sızdığı alacalı dükkânların doldurduğu caddede, yazarla birlikte yürüyorum. Bir ara durup, yazarın arkadaşı Paskin’le sıkça buluştuğu Lebon’un, Rus paskalya pastalarıyla süslü vitrinine bakıyorum. Biraz ötede, kalbi paramparça karşımda beliren Markiz duruyor. İlkbahar ve Sonbahar tabloları dışında her şey yarım, her şey eksik.
Asmalımescit Caddesi’nin köhnemiş evlerini geçerken, bu defa başka bir kitaba kayıyor düşüncelerim. Caddenin gölgeli sokaklarında No:47’yi arıyorum. Fikret Adil’in, 1920’lerdeki bohem hayatını, arkadaşları İbrahim Çallı, Elif Naci, Peyami Safa gibi isimler üzerinden, onlara takma isimler koyarak anlattığı Asmalımescit 74’ kitabındaki Bandi’nin evini bulmaya kararlıyım. Sözü geçen evin gerçek numarası 74 değil; 47. Apartmanın sadece cephesi ayakta. Okurken inanmakta zorlandığım İstanbul’un o bohem hayatının eser miktarda yaşandığı sokaklarsa hâlâ güzel. Anason kokulu mekanların, antikacıların, cumbalı evlerin yanından geçip, bir noktaya daha götürüyor ayaklarım beni: Burası No: 5’teki Atlas Apartmanı. Bir zamanlar, Tunalı Restoranı’nın olduğu; Fikret Adil ve Sait Faik, Salah Birsel gibi arkadaşlarının takıldıkları mekân. Girişindeki tabelasında yazan “Şimdi” yazısıyla, bugüne geri dönüyorum ve yavaşça siliniyor Tunalı’nın görüntüleri gözümden.
Düşle gerçeğin iç içe geçtiği Bir Beyoğlu Düşü’nde, yazarın dönüp dolaşıp kendini bulduğu Santa Maria Draperis Kilisesi’nin küçük avlusuna açılan dar merdivenlerinden iniyorum. Kilisede, arka sıralarda oturup vakit öldüren o adam, bir şekilde yapıyor bana sürprizini. Kitabın sayfalarına yerleştirildiği gibi duruyor o ahşap sıranın bir kenarında. Boynunu eğmiş dilek mumlarının arasından yüzünü seçiyorum, adamın ve biraz önünde oturan, aşık olduğu komşusunun.
Olivo Geçidi’nin yolunu tutmuşken, içimdeki bir istek kolumdan tutup, Kallavi Sokak’a sürüklüyor beni bu kez. Hala dükkân dükkân dolaşıp, esnaflara uğrayan, onlarla sohbet edip, “esnaf çayı” içen biri olarak, hayıflanmaları öyle anlarda bir kenara koyup, değişmemiş şehir zevklerine sığınıyorum. Bu sokakta, gülümsemesiyle insanın içini ısıtan Celalettin Benli’ye ait olan gömlek dükkânında hem soluklanıyor hem de Beyoğlu hatıralarını hiç sıkılmadan, büyük bir keyifle anlatan Celalettin Bey’in sohbetiyle ısınıyorum.
Üzerinde, “Olivo Khan 1900” yazısının olduğu Olivo Geçidi’ni bulduğum ilk günün heyecanı geliyor aklıma. O zamanlar, Beyoğlu’nun en gözde yılları. Neyse ki, kahve kokuları Mandabaztmaz’dan sokağın girişine kadar şimdi de uzanıyor. Özlü’nün adımlarını takip ederek, geçidin hemen yanından açılan kapıyla büyülü bir dünyaya giriyorum: Panayia Isodion Kilisesi’nin, kendini Beyoğlu’ndan adeta sakladığı, serin mermer avlusuna. Bahçedeki saksılara ekilmiş sardunyalarla ve mermer sütunların arasında dolanmakta olan bir kediyle bakışıyoruz. Biraz ilerleyip, sokaklardaki “sahne” ruhunun artık “çarşı” ruhuna emanet edildiği Balık Pazarı sokaklarında, gözüm Üç Yıldız Şekerleme’yi arıyor. Zarif Feridun Bey’in İstanbul’unu ben bu şeker dükkânında görüyor, yaşıyorum.
Yürüyüşümün sonunda, Beyoğlu’nu, kafamda kurduğum görüntülerle içten içe sevdiğimi hissediyorum. Sevgimi belli edersem, şımaracak ve durmaksızın değişmeye devam edecek diye, korkarak, içten içe. Güneşin artık ısıtmak için parladığı Beyoğlu’nun yarı gerçek sokaklarında, Bir Beyoğlu Düşü’nden şu cümle düşüyor önüme: “Kentini yitirmiş bir insan için, artık her şey yarı gerçektir.” Ben de artık Beyoğlu’nu, düşlerle kurguladığım ve ayağa kaldırdığım -bendeki- haliyle severek, hayal kırıklıklarının üstesinden geliyorum.