top of page

BEETHOVEN’IN İZİNDEN
VİYANA

01-s.jpg

Yazı & fotoğraflar Skylife Business dergisi için derlenmiştir. 

Bazı şehirler vardır ki orada ömürlerini geçirmiş ve o şehirlere kendilerinden bir parça bırakmış isimlerden ayrı düşünülemez. Böyle yerlerin sokaklarında yürürken o kişiler de bizimledir; sırlarını ve anılarını kulağımıza fısıldar inceden. İşte ben de Ludwig van Beethoven’ın adımlarını takip ederek Viyana’yı geziyor, her köşede onun notalarını duymaya çabalıyorum. 

 

Viyana’ya bu kez farklı bir amaç için geliyorum. 250.yaşı kutlanacak olan piyanist ve besteci Ludwig van Beethoven’ın hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği şehri, onun izinden gezmeye başlıyorum. İlk durağım olan Viyana’nın görkemli yapılarından Hofburg Sarayı önünde dikelerek kulak veriyorum Aziz Michael Meydanı’ndaki seslere. Atların, sakin bir kalp atışı ritmini andıran ayak sesleri, köşedeki kiliseden yükselen klasik müzik tınılarına karışıyor. Duyduğum her ses sanki tek bir nota sayfasına işlenmiş olan şehrin müziği gibi. Bu sırada içimden istemsizce, beni çocukluğuma geri götüren 9. Senfoni’yi mırıldanıyorum. İlkokul yıllarında, okulumuzun teneffüs zili olan bu melodiyi belleğine kazımış bir çocuğun heyecanıyla, Viyana sokaklarındayım artık. 

 

Viyana’yı gezerken büyülenmemek elde değil. İhtişamlı binalar, aniden insanın karşısına çıkan içine kapanık avlular, yüzlerce yıllık dükkânlarında hikâyeler anlatan pasajlar ve gövdeleri heybetli heykellerin süslediği geniş meydanlar. Şehrin el üstünde tuttuğu hatıralar, tarihi yapıların üzerlerindeki panolarda belgeleniyor. Bu hatıralar arasına Beethoven’ın katılması ise 1792’de, bestecinin 21 yaşındayken doğup büyüdüğü şehri Bonn’dan ayrılarak Viyana’ya taşınmasıyla başlıyor. Daha sonraları, başarılarını giderek arttıran Beethoven’ın adının bu şehirde, Joseph Haydn ve Wolfgang Amadeus Mozart ile anılacak olması da tesadüf değil. Biraz dinlenmek için uğradığım Cafe Fraunhuber geçmişten bir anıyı, altın yaldızlı harflerle hafızalara kazımış kafelerden. Girişindeki tabelada şöyle yazıyor: 

“1788 Kasım ayında, Wolfgang Amadeus Mozart, Handel’in pastoral parçasını, 1797’de ise Beethoven Quintett for Fortepiano with Four Horns eserini bu mekânda çalmıştır.” 

 

Kafenin zarif süslemeli kapısını iterek bir zamanlar bu bestecilerin müziklerinin duyulduğu mekâna heyecanla adım atıyorum. Şık bir garsonun yönlendirmesiyle, neşe içinde kahvaltı yapan bir çift ve gazetesini dikkatle okuyan bir beyin olduğu köşede, kırmızı kadife koltuklara yerleşiyorum. Viyana’ya özgü melangé kahvesi ve apfelstrudel tatlısı eşliğinde, sükût içindeki mekân bir sahafta karşıma çıkan resimler gibi canlanıyor gözlerimde. Hissettiğim o ki Beethoven’ın dinleti verdiği yıllardan günümüze pek bir şey değişmemiş bu kafede. 

Kahvelerin bir bardak su eşliğinde getirildiği, kadife koltukları, takım elbiseli garsonları ve ahşap çubuklara tutturulmuş gazetelikleriyle Viyana’ya özgü bu kafeler ve kahve kültürü, UNESCO’nun “Somut Olmayan Kültürel Miras” kategorisinde. 

Vitrin ve dükkân önlerini renklendiren lalelere, binaların üzerine kondurulmuş; sanki bize bir şey söylemek ister gibi bakan heykel yüzlerine ve kahve kokularının geldiği kafelere adeta bir filmi seyreder gibi bakıyorum. Kuğuların gezindiği bir göle ev sahipliği yapan parkın içinden geçip, huzur dolu Beethovenplatz’a vardığımda ise Beethoven’ın 1880’de yaptırılmış bronz heykeli, meydanın tam ortasında karşılıyor beni. Bestecinin biraz düşünceli bakışları üzerinden, büstü mesken edinmiş cıvıltılı kuşlar bir çizgi gibi akıp geçiyor. Köpeklerini gezdiren, doğanın sesleri eşliğinde banklarda öylece oturan ve heykeli ziyaret etmeye gelenler için bu meydan, şehrin keşmekeşini geride bıraktıkları bir tatlı huzur köşesi. 

Beethovenplatz’dan ayrılıp yakınlardaki Theater an der Wien’e geçiyorum. Bu tiyatro, girişindeki tabelada belirtildiği üzere Beethoven’ın 1803-1804’te yaşadığı ve hayatında bestelediği tek opera olan Fidelio’nun 1805’te ilk gösteriminin yapıldığı yer. O günden bu yana afişlerle dolu koridorları, nice heyecana ortak olmuş kulisleri ve önemli operalara ev sahipliği yapan sahnesiyle zamanın dokusunu taşıyor. Hemen yakınındaki Cafe Sperl’de günü sonlandırırken, Viyana mutfağının geleneksel yemeği Tafelspitz’i tadıyorum. Yazarların buluşma noktası olan bu kafenin ruhuna işlenmiş dingin havası, şehrin edebiyat ile bağını da her köşesinde hissettiriyor. Ellerinden kitaplarını düşürmeyenlerin sıkça geldiği, gazetelerin saatlerce ve acelesizce okunduğu şehrin ‘oturma odalarından’ biri gibi.

 

Ertesi gün klasik müziğe gönül vermiş müzisyenlerle buluşup, Beethoven bestelerini bir de onların yorumlarından dinlemek istiyorum. Yaylı sazlardan oluşan Auner Quartett üyeleri beni kırmayarak provalarını izlememe izin veriyor. Sıra Beethoven parçalarına geldiğinde, kalp atışlarım da notalar gibi giderek hızlanıyor. Müzisyenlerin hayatlarında müzikle yoğrulmuş ne varsa, tuttukları enstrümanlarını çalış şekillerine ve konsantre olmuş yüzlerine yansıyor. Prova sonrasında, bestecinin bu şehirde yaşarken başından geçen gülümsetici hikâyelerini onlardan dinlediğim bir sohbetin ardından sokaklara yeniden düşmenin vakti.

Beethoven’ın 1800’lerin başlarında yaşadığı ve günümüzde Beethoven Müzesi olarak ziyarete açılan evi, kuş sesleri ve zümrüt yeşili bir doğanın hâkim olduğu Heiligenstadt bölgesinde. Ortasına kocaman bir ağaç gölgesinin düştüğü avlusuna girdiğim anda karşımda beliren manzara, eski tablolarda resmedilen kır evlerini anımsatıyor. Besteci bu evde yaşadığı yıllarda, kardeşine işitme kaybı yaşadığı dönemi büyük bir hüzünle anlattığı fakat yollamadığı Heiligenstadt Testament mektubunu kaleme almış. Ayrıca Piyano Sonatı Op.31 No.2 ve Eroica Varyasyonları bu evde ortaya çıkmış. Viyana’ya dair tarihi bilgiler, portre resimleri ve birtakım özel eşyalar arasında ilgi çeken şeylerden biri de bestecinin işitme sorunları göz önüne alınarak ona özel olarak tasarlanmış piyanosu.

Şehir merkezine döndüğümde, Yeni Rönesans tarzında, 1875 ile 1881 arasında inşa edilmiş şaşaalı adliye sarayı Justizpalast’ı ziyaret ediyorum. İnsanı küçücük hissettiren abidevi yapının geniş merdivenleri, ışığın içeriye bal gibi süzüldüğü cam kubbesi ve girişindeki heykeller bir şiir gibi uyum içinde. Terasındaki kafede bir kahve molası verip, tepeden şehir manzarasına bakarken Beethoven Müzesi’ndeki eski Viyana resimlerini anımsıyor, zamanda geriye uzanıyorum. 

Beethoven’ın peşi sıra, geçmiş zamanlara yeni bir yolculuk yapmak için Haus der Musik Müzesi’ne geldiğimde ise müziğe adanmış bir koleksiyon karşılıyor beni. Odaları, Beethoven, Mozart, Haydn, Schubert, Strauss ve Mahler gibi önemli müzisyenlerin anılarıyla donatılmış. Ayrıca, ses ve notaları bilimsel açılardan deneyimleyebileceğiniz interaktif alanlar var. Beethoven’ın odasında ise bestecinin vefatı öncesi son kaldığı evinin kapısı ve 3. Senfonisi Eroica’nın el yazmasının bir nüshası sergileniyor. Müzede vakit geçirirken, farklı dönemlerde insan ruhuna şifa olmuş müziğin yolculuğuna tanıklık ediyor, Viyana’nın seslerini de artık daha yakından duyabiliyorsunuz.

Beethoven’ın ruhu halen bu şehirde. O’nun müziğini icra edenlerin notalarında, hayatını geçirdiği evler ve piyano dinletileri verdiği mekanlarda nefes alıyor. O’nun besteleri, bazen puslu bir havada sisle örtülmüş bir nehre, bazen güneşin sapsarıya boyadığı mutlu bir Viyana sabahına eşlik ediyor. Yaşamındaki tüm hayat boşluklarını müzikle doldurmuş bir besteci Beethoven. İzlerini bıraktığı Viyana’dan yağmurlu bir akşamüstü ayrılırken, kulaklığımda bu defa Appassionata çalıyor. Ve uçak camında süzülen yağmur damlaları, o notalarla yavaşça raks ederken Beethoven’ın geçip gittiği bu güzel kenti ardımda bırakıyorum.

bottom of page