MAVİ YEŞİL BİR EGE ROTASI
Tempo Travel Temmuz 2018 sayısında yer almıştır.
Bergama’dan yola çıkıp, Karaburun’un koylarından geçen, Urla, Sığacık, Tire ve Birgi ile devam eden bir geziye çıkıyoruz. Masmavi sularda serinleyip, yemyeşil ağaçların gölgesinde köy kahvelerinde soluklanıyoruz. Batı Ege rotasında, yollara düşüp, kendi yaz hikayemizi oluşturmanın tam vakti!
Ege yolculuklarının benim için en güzel yanı, geçmişe dair bütün mutlu anılarımı yeniden karşıma çıkarması. Ege, 90’ların ortasında, yaz tatillerinde buluşmayı dört gözle beklediğim ütopyalar diyarı gibiydi. İçinde üzüntü ve kedere yer olmayan, daima insanı huzurla buluşturan gün batımları vardı. Begonvil moru, deniz mavisi, rakı beyazı ve roka yeşili vardı. Arabada ilerlerken, babamın açtığı teypten gelen Ruhi Su ve Zülfü Livaneli ezgileri eşliğinde, çocuk aklımla sanki sadece Ege’ye değil; dünyanın da merkezine yol alırdık.
Şimdi, yıllar sonra buralara yeniden geliyorum. Ege insanına yeniden merhaba diyor, buz gibi sularda yüzüyor, ellerimi arabadan dışarı çıkarıp, rüzgara dokunuyorum. Böyle yolculuklarda, rüzgara hatta gökyüzüne bile dokunabiliyor insan. Sıcağın kavurduğu seraplı yollarda oluşan aynalarda Ege hayalleri bir bir canlanıyor ve mavi yeşil tonlarında bir rota önümde uzanıyor.
Yeşilin İçinden: Kozak Yaylası ve Bergama
Kozak Yaylası’na doğru yola çıktığımızda, en son beş altı yaşlarındayken ailece gittiğimiz ve ağaçlar üzerinde zıplayan sincapları seyrettiğimiz gezinin görüntüleri geliyor aklıma. Sincaplar, aklımda kalan en belirgin hatıra olsa da eski video kasetlerimizden izlediğim Kozak Yaylası’nın yemyeşil silueti de ezberimde. Bir de o yeşilliğin arasına sanki kondurulmuş, ahşap maket görünümünde birkaç küçük ev. Kozak Yaylası yolu üzerinde, irice siyah üzümlerini tezgahına dizmiş bir satıcıdan üzüm almak üzere ilk molayı veriyoruz. Laf lafı açtığında, bu güzelliğin artık eskisi kadar korunmadığını, çevrede yapılan maden ve altın arama çalışmalarının fıstık üretimine ciddi zarar verdiğini anlatıyor. Satıcıdan aldığımız taze üzümler, bu yaz yediklerimin içinde en lezzetlisi oluyor.
Arabaya geri bindiğimde, pencereleri sonuna kadar açıyorum. Belki birkaç sene sonra bile bulamayacağımız, Kozak Yaylası’nın fıstık çamı kokuları içeriye doluyor. Müziği de kısınca; çamlar arasında uçan kuşların, her ötüşte farklı bir melodi çıkaran seslerini dinliyoruz. Duyduklarım benim için, Ege’nin en güzel senfonisi.
Bergama’yı yıllar sonra yeniden görecek olmanın heyecanıyla ilerliyoruz. Önce tepedeki antik kenti, sonra eski Bergama evlerini ve çarşısını gezmek istiyoruz. Antik Pergamon, Kale Tepesi’ne kurulmuş, Helenistik dönemin en göz alıcı kentlerinden biri. Yamaçtan baktığınızda Kestel Barajı manzarasıyla sizi karşılıyor. Kent, İÖ 281-133 yılları arasında Pergamon Krallığı’nın başkenti olmasının yanı sıra, en dik yamaca kurulu 10.000 kişilik tiyatrosuyla ve hala büyük bir kısmını görebileceğiniz heybetli Traian tapınağıyla büyüleyici. 19’uncu yüzyılda, kentten çıkarılan meşhur Zeus Sunağı, günümüzde Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde görülebilir. Helenistik dönemin en büyük ikinci kütüphanesinin, o dönemde 200.000 civarında esere sahip olduğu söyleniyor. Helenistik, Roma ve Bizans dönemi süresince, özellikle sanat ve kültür alanında gelişmiş olan bu kentin günümüzde de güzelliğini koruyor olması sevindirici.
Not: Bergama Antik Kenti’ne giriş 25 TL, Müze Kart’a ücretsiz. “Tarih Üç Boyutlu Canlanıyor!” Projesi kapsamında panolara yerleştirilmiş karekod sistemini kullanabilirsiniz. Telefonunuza indirdiğiniz bu uygulamayla, tanrıların kralı Zeus’a adanan Zeus Sunağı, günümüze yalnızca temelleri kalan; Bergama’nın en eski tapınağı Athena Tapınağı, Zeus-Asklepios (sağlık tanrısı) Tapınağı ve tuğladan yapılmış tapınak; Kızıl Avlu’nun binlerce yıl önceki hallerini 360 derece olarak görebilirsiniz.
Bergama çarşısına döndüğümüzde, yerlilerin kahvehane veya evlerde vakit geçirerek, sıcaktan kaçmaya çalıştıklarını görüyorum. Sokaklarda birkaç satıcı dışında pek insana rastlamadan, Kale ve Barbaros Mahallesi civarındaki Rum ve Türk yapılarını meraklı gözlerle inceliyoruz. Birçok ev, iyi korunamadığından yıllara yenik düşmüş durumda. Yine de çatlamış pastel renkli boyaların ve pas tutmuş panjurların ardında “buradayız” der gibi kendini belli ediyor. Bu evlerin sıralandığı dar sokaklardan geçerek, nostaljiden de bir tutam almak hoşumuza gidiyor.
Abacıhan Sokak’ın eski ve fotojenik evleri arasında dolanıp, yeterince yorulduğumuzda Bergama köftesi yemek için, yerlilerin tavsiye ettiği esnaf lokantası; Meydan Yemek Salonu’na gidiyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra, zanaatçı dükkanlarının da olduğu, 14’üncü yüzyıldan kalma arastasında soluklanıyoruz. Bu çarşı, Osmanlı döneminde yorgancı, çizmeci, zahireci gibi farklı mesleklerin yoğunlukta olduğu bir alanmış. Günümüzde bu meslekler daha seyrek olsa da yine de görmeye değer. Çınar ağacı altındaki kafede (No:19) yorgunluk kahvemizi yudumlarken, dönemin ahilerinin nasıl hummalı bir çalışmada olduklarını gözlerimin önüne getiriyorum.
Meydan Yemek Salonu: Ertuğrul Mah., Mustafa Yazıcı Cad. 17/A Tel: (0232) 631 52 25
Cafe No: 19: Barbaros Mah, Papuççular Arastası
Mavi’yle Kavuşma: Karaburun Koyları
Karaburun’a doğru yola çıktığımda kafamda; rüzgarda sallanan ağaçların, kıyıya doğru dalgalarla köpüren masmavi bir denizin ve bembeyaz evlerin görüntüsü canlanıyor. Gerçekten de Karaburun kıyılarına varınca, bizi buna benzer bir tablo karşılıyor. Karaburun merkezi ise; meydanı, çevresindeki dükkanları ve evleriyle 80’lerde duraklatılmış gibi gözüküyor. İnsanlar sakin ve telaşsız. Merkezdeki pazarında taze ürünler renk renk, çeşit çeşit. Karaburun’un bol rüzgarıyla ciğerlerimize oksijen doluyor olsa da esintisiz ve bakir koy arayışımız bizi bu noktadan, koyların olduğu girintili çıkıntılı kıyılara doğru çekiyor.
Boyabağı Koyu, bugüne kadar gördüklerim arasında beni en çok etkileyen koylardan biri. Denizin sığ ve iri taşlı olması işimi biraz zorlaştırsa da bu koyu çok seviyorum. Çevresinde sadece bir-iki ev var. Bu durum, gördüğüm resmi daha da romantik kılıyor. Birinin önünden direk denize inilebiliyor. Zeytin ağaçları arasından geçilerek varılan bu koyun, saklı bir girintide yer alması da çok etkileyici. Adalardan ve koylardan daima sakinlik bekleyen biri olduğumdan, burası beklentilerimi karşılıyor. Denizin dalgalarının vurduğu, mini beyaz ev insana hayaller kurdurtuyor. Sanki “mavi sürgün” denilen o hikayenin bir yerinde duruyor bu yalnız ve boş ev. Boyabağı Koyu’na iki farklı noktadan girebiliyorsunuz. Biz, Dalgıç Cafe’nin girişini seçiyoruz ve sakin atmosferinde denizle ilk kucaklaşmaları buranın kıyısında yaşıyoruz.
Karaburun’un bir diğer güzel koyu ise Ayı Balığı Koyu. Bu koy, Akdeniz foklarının üreme alanı olduğu için sit alanı ilan edilmiş. Yüzme açısından daha elverişli. Özellikle dalış severler tarafından tercih ediliyor. Doğal güzelliği şüphe götürmez fakat kıyısında birkaç tesisin yer alıyor olması “bakir”lik kavramıyla çeliştiği için kalbim de, ruhum da ıssız Boyabağı Koyu’nda kalıyor.
Eğer, Karaburun civarında vaktiniz bolsa, daha kuzeyde yer alan; tesisli Bodrum Koyu, kampçıların tercih ettiği Dolungaz Koyu ve her türlü imkana sahip tesislerin, kafelerin olduğu, güney uçtaki Manal Koyu’nu da tercih edebilirsiniz.
Dalgıç Cafe: İnecik Mah. Tel: 0534 858 55 84
Karaburun’dan Günü Birlik Geziler
- Karaburun civarını gezdikten sonra Mordoğan’da kalabilirsiniz. Tarihi limanda yer alan, her penceresinden denizi görebileceğiniz Üzüm İskelesi Butik Otel’i tercih edebilirsiniz.
Mordoğan Mah. Cumhuriyet Meydanı No:9 Karaburun Tel: +90 5053557379
- Mordoğan’ın eski limanını gezmeyi, gün doğmadan balığa çıkan teknelerin sesiyle güne başlamayı ve sahil kenarında balık tutanları izlemeyi unutmayın.
- Eski Mordoğan Köyü’nde yer alan etnografya müzesinde el sanatları ürünleri ve yöresel giysileri görebilirsiniz.
Müesser Aktaş Etnografya ve Tarih Evi: Mordoğan Mah., Ayşe Kadın Cami yanı Tel: +90 532 408 64 74
- Mordoğan’da limana nazır, rakı-balık keyfi yapacağınız, çok lezzetli Ege mezeleri olan Beyzade Resturant’ta, gün batımı sonrası keyifli bir akşam geçirebilirsiniz. Özellikle atom, yoğurtlu ezme ve patlıcanlı mezelerini deneyin.
Beyzade Resturant: Merkez Mah., Fatih Cad., No:8/A Tel: 05344854626
- Ambarseki Köyü’nde en tepe noktada bulunan ve harika manzarası olan Melisa Kahvaltı Evi’ne kahvaltı için gelebilirsiniz. Köyün sakin sokakları, esintili yamaçları ve doğası insana ilaç gibi geliyor.
Melisa Kahvaltı Evi: Ambarseki Köyü Tel: +90 537 872 22 51
- Eğer bisikletle bir tur yapmak isterseniz, İzmir’in “zeytin rotası” noktalarını izleyebilirsiniz: Ambarseki-Saip-Karaburun Merkez-Bozköy-Tepeboz.
- Balıklıova, sakin yaz beldelerinden biri. Günü birlik gelip, sahilinden denize girebilirsiniz. Suyu oldukça berrak ve dalgasız. Sonrasında, yan yana sıralanmış balık restoranlarında yiyebilirsiniz.
- Antik dönemdeki adı Erythrai olan Ildır sit alanlarından biri. Tunç Çağı’ndan bu yana yerleşimin olduğu söyleniyor. Günümüzde tam bir balıkçı köyü. Beyaz-mavi evleri arasında gezip, limandan gün batımını izleyebilir ve balık restoranlarında günü sonlandırabilirsiniz. Ayrıca kafelerde bulabileceğiniz enginarlı gözlemeden muhakkak tadın.
Nostalji Dolu Sokaklarıyla Urla
Herkesin -özellikle de Egelilerin- öyle ya da böyle bir bağı vardır Tanju Okan’la. Aşk acısı yaşamış, rakıdan veya sadece aşktan sarhoş olmuş, sevdiğinden ayrı düşmüş ve dost kazığı yemiş herkesin. Benim de daima gün batımlarında Tanju Okan’ın şarkıları gelir aklıma. “Koy koy” diyerek kendime cesaret verir, “deniz ve mehtap” ile yaz gecelerinin unutulmaz gün batımlarını kazırım hafızama.
Sabahın ilk ışıklarında, denizin üzerinde hafif kıpırtılar belirmişken çıkıyoruz yola. Gün batımına daha çok saat var. Yolculuk playlist’ini değiştirip, tuşa basıyorum: “Gözünde Yaşlarla” çalmaya başlıyor. Urla’ya, yani Tanju Okan’ın uzun yıllar yaşadığı, mavinin kalbine gidiyoruz. Tekrar tekrar döneceğimi bildiğim yerlerden birine.
Urla’ya vardığımızda, iskele kenarında bir otele yerleşip, meşhur iskele kahvesine oturuyoruz. Burası, yıllardır Urla’da yaşayanların -ama özellikle erkeklerin- vazgeçilmez merkezi. Kağıt oyunlarının oynandığı, gündeme dair tartışmaların yapıldığı, kışın salep, yazın çay ve limonataların içildiği “dünyanın merkezi”. Hemen yakınında, 1978’ten beri burada olan Ünal Kardeşler Katmer Salonu yer alıyor. Sacın olduğu taraftan, burnumuza iştah kabartan katmer kokuları geliyor. Limonatalarımızı içip, deniz kenarında bir masaya kuruluyoruz. Meşhur Urla katmerlerinden söylüyoruz.
İskelenin devamında balıkçılar, meyhaneler ve modern kafeler yer alıyor. Sabahları sadece balıkçıların ve balık peşinde koşan kedilerin olduğu, ilerleyen saatlerde motor seslerinin git gide arttığı limanda, akşama doğru mekanlar iyice dolup taşmaya, çatal-kaşık ve kadeh tokuşturma sesleri giderek yükselmeye başlıyor. İşte o anlarda, Tanju Okan’ın sesini, sanki derinlerden ama daha net duyar oluyorsunuz.
Urla sokaklarında gezerken, 1900’de Urla’da doğup büyümüş, savaş zamanında Atina’ya göç etmiş, Nobel ödüllü yazar Yorgo Seferis’in de anıları geliyor aklıma. Onun yazılarında sıkça karşıma çıkan İzmir’i, hasret ve özlem dolu cümlelerinde yeniden hatırlıyorum. Yorgo Seferis’in yaşadığı ev, şimdilerde otel ve kafe olarak hizmet veriyor. Biz de kafeye uğrayıp, Urla’nın hiç görmediğimiz, o bambaşka yüzünü hayal ediyoruz. O noktada Seferis’in şu sözleri çıkıp, geliyor:
“Nasıl ki kalkar, doğup büyüdüğün şehre gidersin bir gece ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden kurulmuş o şehir ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları onları yeniden bulmanın umudu içinde.”
Urla’nın iskelesinden iç kısımlara doğru ilerlediğimizde, bambaşka bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Denizden uzaklaşmamızla, yazlık hissinden de biraz uzaklaşarak daha baskın olan “şehir halleri” gözüme çarpıyor. Çarşıda alışveriş yapanlar, kahvehanelerde oyun oynayanlar, daha gürültülü sokaklar ve arabasına park edecek yer arayanlar… Tanıştığım birkaç yerlinin de sözünü ettiği, Urla’nın popülerliği ve beraberinde artan göç buradaki kalabalığı özetler durumda. Çarşısında yer alan tarihi Ahmet Ağa Çeşmesi’ni arıyor gözlerimiz. 1600’lü yıllarda yapılmış, Mermerli Çeşme diye de anılan bu yapı, güneşle beraber iyice parlıyor. Çevresinde ise ellerinde meyve-sebze poşetleri olan ve soluklanmak için oturan insanları görüyorum. Ben de çeşmenin buz gibi akan suyuna dokunarak, biraz olsun serinliyorum. Buradan devam edip, Zafer Caddesi’ne; diğer adıyla Sanat Sokağı’na geliyoruz. Taş Rum evlerinin güzelliği önlerine gerilen brandalarla geri planda kaldığı için, iyice yakınına gidip incelemek gerekiyor. Bunlar, Urla’nın en eski yapıları. Zamanında nasıl güzel oldukları, hepsi dimdik duran girişlerindeki kemerlerden anlaşılıyor. Sanat Sokağı antikacılar, el yapımı ürünler satan dükkanlar ve kafelerle dolup taşan, canlı bir sokak. Gezerken, soluklanmak ve tatlı-kahve molası vermek üzere İrmik Hanım Patisserie’ye geçiyoruz.
Tarihi arasta çarşısı; Malgaca Pazarı’na gelerek el emeği ürünlerin satıldığı dükkanları geziyoruz. Akşamüstü ise, 1865’te yolculardan bulaşan hastalıklardan korunmak üzere inşa edilen, yolcu gemileri için düşünülmüş Karantina Adası’na geliyoruz. Osmanlı Dönemi’nde Fransızların kurduğu bu tesis, daha sonra kemik hastalıkları hastanesine dönüştürülmüş. Antik dönem kalıntılarının da olduğu bu ıssız adaya, Büyük İskender tarafından yaptırılan yolla ulaşabilirsiniz. Antik plajı ve palmiye-çam ormanları içindeki bu yapıyı görmeniz, Urla gezinize başka bir boyut katıyor. Binanın içini gezmeye izin verilmese de kıyıdan Urla’nın mavisini izlemek, merkezin yoğunluğundan sıyrılıp mis gibi orman havasını içine çekmek insana iyi geliyor.
Ünal Kardeşler Katmer Salonu: İskele Mah., İskele Cad. No:14
İrmik Hanım Patisserie: Zafer Caddesi, No:81/C
Malgaca Pazarı: Camiatik Mah., Itır Sok. No:18
Urla’dan Günü Birlik Geziler: Bademler ve Gödence Köyleri
Urla’dan 20 dakikalık bir yolculukla Bademler Köyü’ne geldiğimizde, kendimizi ütopik bir atmosfer içinde buluyoruz. Badem ağaçları gölgesindeki bu bembeyaz köy, okuma oranının yüzde yüz olduğu, ilk köy tiyatrosunun yer aldığı, huzur içinde yaşayan 2000’e yakın insandan oluşuyor. 300 yıl öncesinde, tahtacılıkla geçinen göçmen Yörüklerin bu köyü kurduğu biliniyor. Şimdilerde ise seracılık ve zeytincilik ana geçim kaynaklarından. Eğer bir pazar günü Bademler’e gelirseniz, taze ürünlerin ve çiçeklerin satıldığı pazarını muhakkak gezin. Yaz aylarında köyün en canlı noktası bu pazarın çevresi. Hemen hemen her Ege Köyü’nde denk geldiğimiz Atatürk büstleri, ocakta çayı daima tüten meydan kahveleri ve eski fontlu berber tabelaları bazı tanıdık hisleri, bu köyde yeniden gün yüzüne çıkarıyor. Merkezinde yer alan tiyatronun ilk köy tiyatrosu olduğunu bilmek, halk kütüphanesi ve Musa Baran’ın kendi anılarını da muhafaza ederek kurduğu çocuk oyuncakları müzesini gezmek, sizi ütopik bir zaman yolculuğuna sürüklüyor. Sıcağın iyice arttığı bir anda, bu köyde çekilen “Susuz Yaz” filminin sahneleri de aklıma gelince, Bademler Köyü ile aramda sıkı bir bağ kuruluyor. O filmdeki dramın aksine, köyün her noktasında umutlu ve sade bir yaşam sanatı var. Tertemiz bir hava, taptaze ürünler, yemyeşil ağaçlar ve gözlerinin içi gülen köy sakinleri… Musa Bey’in müzesinde oyuncaklara bakarken ve anılarının olduğu eski fotoğrafları incelerken, bu köyün geçmişinin sanki küçücük bir kavanoz içinde yıllarca, kırılmadan saklandığını hayal ediyorum.
Gödence yolunu takip ettiğimizde ise, gördüğüm bağ manzaraları karşısında iyice şaşırıp, heyecanlanıyorum. Sanki Toskana’nın yamaçlı dağlarından oluşan, yeşil renginin hâkim olduğu bir resmin içinden akıp gidiyoruz. Resmin en güzel kısmı, üzüm bağları arkasında uzanan, kendi halindeki küçük köy. Sonradan edindiğim bilgiye göre; Gödence çevresindeki üzüm bağlarında, sofralık üzümler ve şaraplık “cabernet sauvignon ve merlot” üzümleri yetişiyor. Yürüyüş parkuru için, bir de üzüm rotası var: Gödence-Kavacık-Payamlı; bağların arasından geçerek yürünen, keyifli bir yol.
Gödence, kendi ismiyle birçok yerel ürünü markalaştırmış. Kurdukları kooperatif ile de yerel üretim destekleniyor. Bu ürünlerin satıldığı meydandaki küçük markete uğruyoruz. Buradan salça, zeytinyağı ve kuru domates alıyoruz.
Gödence’nin meydan kahvesinde bir amcayla sohbet ediyoruz. Kendisinin de dediği gibi “burada insan yaşlanmıyor”. Cana yakın Ege insanını, meydanda içtiğim kahvenin ve yediğim iri Gödence üzümlerinin tadını bu gezinin en güzel anıları arasına koyuyorum. Şarap ve zeytinyağı cenneti bu bölgenin, Antik Çağ’dan beri devam eden bu bereketli topraklarını yakından görmek ve dönüş yolunda iç açan yol manzarasını yeniden yaşamak çok güzel. Gördüklerimin hepsi, insanın buralarda yaşlanmayacağına dair en güzel kanıt.
Urla’da Mutlaka
- Nisan ayında festivali de yapılan; Urla’nın en meşhur sebzesi sakız enginarından alın. Merkezdeki pazarlarda bulabilirsiniz (en tazeleri Kasım-Nisan arasında çıkıyor).
- Urla limanındaki seyyar midyeciden midye dolma tadın. Limanda yer alan balık restoranlarında mevsim balıkları ve mezelerinden yiyin. Yengeç Restaurant güvenilen ve sıkça tercih edilen işletmelerden biri. Yaz aylarında rezervasyon tavsiye edilir.
Yengeç Restaurant: İskele Mah., 2121 Sok. No:6 D:1 Tel: (0232) 752 11 52
- Urla’nın merkezine 15-20 dakika bir mesafede olan Özbek Köyü’nün tarihi limanında vakit geçirin. Balıkçıları izleyip, sonrasına kıyıdaki balıkçı restoranlarında yemek yiyin.
- Deniz için, Altınköy Çiftlik Evleri girişinden ulaşılan Altınköy Koyu’na veya berrak deniziyle Demircili Plajı’na gidebilirsiniz. Her ikisinin de tesisi var.
- Hem denize hem de merkeze yakın olmak için iskele kenarındaki otelleri tercih edebilirsiniz. Liman Butik Otel, sade döşenmiş iskele yakınındaki küçük otellerden biri.
Liman Butik Otel: İskele Mah. 2126. Sok. No:15 Tel: (0232) 752 00 25
Rotanın En Yavaş Noktası: Sığacık
Gezi rotamızın her noktası yavaşlık ve huzur içinde geçse de, bu kez yavaşlığın resmiyet kazandığı, 2009’da “citta slow” listesine giren Seferihisar’a geliyoruz. Seferihisar’ı şöyle bir gezip, konaklamak ve pazar günü kurulan yerel pazarını gezmek için, Seferihisar’ın batısına ilerliyoruz. Sığacık Körfezi’nde kurulu Sığacık’a vardığımızda, yeşille mavinin burada nasıl iç içe geçtiğini fark ediyorum. Sığacık, 12 İon şehrinden biri olan Teos antik kentine ev sahipliği yapıyor. Girişinden itibaren bizi, rengarenk çiçeklerle çevrili yollar ve 1520’lerde Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos seferi sırasında yaptırılan Sığacık Kalesi karşılıyor. Bu kalenin hemen devamında Seferihisar’ın yavaş şehir olmasından sonra restore edilen bembeyaz evler var. Bu nostaljik evler, kafeler ve butik oteller “kaleiçi” denilen bu bölümde yer alıyor. Evlerin önünde tarhana serili tezgahları, çıtır çıtır baklava ve böreklerin olduğu tepsileri görüyorum. Birçok yerlinin hummalı bir şekilde pazar günü kurulacak olan; Sığacık Pazarı’na hazırlıklarına şahit oluyorum. Merkezdeki fırından tepsi tepsi baklava ve börek, evlere taşınıyor. Bu esnada, ben de yerliler gibi bir an önce pazar günü gelsin istiyorum. Güzel kokular arasında gezerken bir yandan da ev önlerine dikili güllerin kadifemsi dokularıyla büyüleniyorum. Burası, romantik bir ressamın çizdiği, küçücük bir masal kenti gibi. Her köşesinde ayrı bir hikaye var.
Sığacık’ta Mutlaka
- İÖ 1080’lerde Athamas tarafından kurulan Teos antik kentini gezin. Teos’un koruyucu Tanrısı Dionysos için yaptırılan Dionysos tapınağı, sarnıç, agora ve antik tiyatrosu görmeye değer.
- Mevsiminde (Kasım-Aralık) mandalinalarıyla ünlü Seferihisar’ın mandalina ve satsumalarından tadın. Yaz aylarında ise liman yanında bulunan Sığacık Bakkalı’ndan kurutulmuş mandalina alabilirsiniz.
- Akkum ve Ekmeksiz plajlarının harika renklerdeki denizine girin.
- Sığacık’ta konaklamak isterseniz Gardenya Butik Otel kaleiçinde yer alan güzel otellerden biri.
Gardenya Butik Otel: Sığacık Mah., 128. Sok No:11 Tel: (0232) 743 21 19
- Mezeleri, atmosferi ve iyi servisiyle Milos Balık’ı tercih edebilirsiniz. Sıcak ot tabağı, fesleğenli mezgit mezesi, atom mezesi ve ceviz-tahin-kaymaktan oluşan Milos tatlısı özellikle denenmeye değer.
Milos Balık: Sığacık Mah. Şadırvan Meydanı No: 9/11 Tel: (0232) 745 75 03
- Sığacık Pazarı’ndan ısırgan otlu kol börekleri, radika, karabaş, şevketi bostan gibi Ege otları, yöreye özgü kumkat, bergamot reçelleri, lorlu baklava ve doğal sabunlardan alabilirsiniz.
- Fehu Kafe’de bir kahve molası verip, öğlen acıkmalarınızı meşhur kumrucu Damla Büfe’de bastırabilirsiniz.
Fehu Kafe: Sığacık Mah. 135. Sok. No:1
Damla Büfe: Sığacık Mah. Akkum Cad., No: 21
Tarihin İzinden: Tire ve Birgi
Tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış Tire ve tarihi İ.Ö 2000’li yıllara dayanan Birgi Köyü ile gezi rotamızı sonlandırıyoruz. Tire, her salı sabahı esnafların güne ahi duasıyla başladığı, hala eski geleneklerini koruyan bir ilçe. Eğer denk gelirseniz, salı günleri kurulan pazarını gezebilirsiniz. Osmanlı topraklarına katıldığından bu yana çarşıda yer alan, nalbant, yorgan, keçe ve urgan ustalarının dükkanlarını ziyaret edebilirsiniz. Biz de bu dükkanları bir bir ziyaret edip, ustaların özveriyle çalışmalarını izliyor, keçelerin, at süslerinin ve yorganların rengarenk ayrıntılarında kayboluyoruz. Keçe ustası, örnek olması açısından bize keçeden örtü yapımını da gösteriyor. Buradan yürüyerek Tahtakale meydanına geldiğimizde; yan yana dizili eski dükkanlar, berberler, kahveler nostaljik bir Tire fotoğrafı oluşturuyor. Bu meydanda yer alan meşhur Kolonyacı Lütfü de zamana direnen özel adreslerden biri. Alay Parkı’nda oynanan, Tire’ye İspanya’dan gelen Musevilerin getirdiği söylenen oyun; karambolü izliyoruz. Tire, karambol oyununun hala oynandığı sayılı yerlerden biri. Tire’deki tarihi yapılar arasında ise 1827’de kurulan Necip Paşa Kütüphanesi, 15’inci yüzyılda yapılan Yoğurtoğlu Külliyesi ve Tahtakale Hamamı yer alıyor. Geziyi, salça sosuyla, şişte yapılan Tire köftesi ile Hacıoğlu Tire Köftecisi’nde sonlandırıyoruz. Yemek üzerine ikram edilen, dut reçeli eşliğinde gelen lor peyniri de en az köftenin tadı kadar akılda kalıcı.
Hacıoğlu Tire Köftecisi: Yeni Mah. Çıra Pazarı No: 14
Tire’den yaklaşık 50 dakika bir yolculuğun ardından, Ödemiş’e bağlı Birgi Köyü’ne varıyoruz. Yolda durup bir çobanla sohbet ediyor, bir arabanın bagajında yolculuk eden koyunla göz göze geliyor, uçsuz bucaksız tarlaların yanından geçerek, mis gibi bir hayale kavuşuyoruz. Birgi Köyü, insana gerçek olup olmadığını sorgulatacak kadar güzel, hayali bir köy. Çam ağaçlarının kokusu eşliğinde eski köprülerden geçip, aynı diğer köylerdeki gibi Atatürk portrelerinin süslediği meydan kahvelerine varıyoruz. Köy ahalisinin sıcak karşılaması sonrası Türk kahvesi içerek, bu huzurlu köyün manzarasına bakıyorum. Bozdağ yamaçlarında, çınar ve ceviz ağaçları arasına yerleşmiş eski konaklar, ahşap pencereli taş evler… Hepsi başarılı bir şekilde restore edilmiş. Sit alanı olmasından dolayı, köy el değmemiş bir güzellik içinde. Birgi’de en merak ettiğim yapı; Çakırağa Konağı’nın bir süredir restorasyonda olduğunu öğrenince biraz üzülüyorum, ama yeniden gelmek için güzel bir bahanem oluyor. 1761-1764 yılları arasında, tüccar Çakıroğlu Mehmet Bey tarafından yaptırılan bu etkileyici konağın ahşapları Venedik’ten getirilmiş. Dış yüzündeki kalem işi süslemeleri buraların eski masallarını anlatır gibi. Sonradan öğrendiğime göre bu işlemelerde, havzada yetişen sebze ve meyveler resmedilmiş. Çakırağa Konağı’na uzunca bir süre baktıktan sonra, Birgi’nin ahşap süslemeleriyle öne çıkan Ulu Camii, 1074 yılında inşa edilen Derviş Ağa Camii ve 15’inci yüzyıldan kalma Çukur Hamam’ı ziyaret ediyoruz. Birgi Köyü havasıyla ve sakin atmosferiyle, bizi dinlendiriyor, yavaşlatıyor. Tarihi bir konakta kalarak Ege gezimizi sonlandırırken yeniden anlıyorum ki; insan bir kere buraların tadına varınca, kalbi daima Ege’de kalıyor.
Birgi’de…
- Meydandaki kahvelerden birinde vakit geçirin, yerlilerle sohbet edin.
- Vaktiniz varsa, Sandıkoğlu Konakları’nı görün.
- Birgi’ye 20 km. mesafedeki Gölcük Gölü’ne gidin.
- Rotayı biraz uzatarak, Salihli yakınlarındaki Sardes antik kentini gezebilirsiniz.
- Saliha Hanım Taş Konağı’nda kalarak, geleneksel mimariyi daha da yakından tanıyabilirsiniz.
Birgi Mahallesi, Tel: 0232 531 58 59