VENEDİK'TE KIŞ
Yazı & Fotoğraflar - Tempo Travel Kış 2021 sayısında yer almıştır.
Venedik, bütün zarafetiyle duyularınızı harekete geçiren bir şehir. Gondolların süzüldüğü kanalları, aniden karşısınıza çıkan köprülerden görünen eşsiz manzaraları ve Bizans’tan miras mimari detaylarıyla kışları bambaşka bir görünümde. Sisler içindeki süt beyazı sokakları, huzur verici kanal manzaraları ve yerlilerin yaşamına yakınen tanık olabileceğiniz mekanlarıyla romantik bir kış gezisi vaadediyor.
Geçtiğimiz yıllarda Venedik’i bir yaz ayında ziyaret etmiş, kalabalık ve nemden ötürü tadını çıkaramadığımdan dem vurunca, İtalyan bir arkadaşım “Bir de kışın görmelisin,” demişti. Gerçekten de kışın bir başkaydı Venedik. Sisler içinden yüzünü arada sırada gösterip, bütün duyularıma erişerek konuşuyordu benimle. Pencereleri doğrudan nehre açılan yosun tutmuş evleri, köprülerin altından usulca süzülen renkli gondolları, içine kapanık avluları, sırlarını hemen ağzından kaçıran; o çok konuşkan meydanları, her sabah aynı saatte sanki sözleşmiş gibi bir araya gelen martıları ve güvercinleriyle Venedik büyüleyiciydi. Bir çay masasının etrafında, yolu bir şekilde bu kentten geçmiş tüm sevdiğim isimlerle bir arada gibiydim. Marcel Proust’tan Albertine’in hikayelerini, Gentile Bellini’den İstanbul’u da kapsayan ve o çok meşhur Fatih Sultan Mehmet portresini çizdiği Doğu yoluculuğunu, Maria Callas’tan Danieli Oteli’nde geçen aşk maceralarını, Giacomo Casanova’dan 1744’te İstanbul’dayken kaldığı Venedik Sarayı’nda yaşadığı anıları, Ernest Hemingway’den Harry’s Bar’da kaleme aldığı öyküleri dinlemek için hazırdım. Venedik’i, böylelikle bambaşka gözlerle gezecek, labirenti andıran sokaklarda kaybolmaktan bir dakika bile tereddüt etmeyecektim.
Venedik’te İlk Saatler
Şüphesiz ki Venedik, havalimanından başlayıp hedefe varana kadar insana huzurlu bir yolculuk vaadeden nadir yerlerden. Marco Polo Havalimanı’ndan çıkıp, adaya doğru suları yavaşça yırtarak ilerleyen bir feribotun içinde yol alırken Venedik’in aniden karşınızda belirmesi tatlı bir hoşgeldin sürprizi gibi.
San Marco Meydanı’nın o tatlı kalabalığı, dükkan vitrinlerinden yansıyan yüzleriyle artık bu şehrin bir parçası olmuş zanaatkarları ve yeşil panjurlu evlerin çevrelediği küçük bir avlu bana tanıdık geliyor. Dorsoduro bölgesine varınca, ayağımın tozuyla geldiğim ilk yer Al Squero. Kanal boyunca yan yana dizilmiş mekanlar yine çok canlı ve sesler sokaklara kadar taşmış durumda. Al Squero’nun tam karşısında ise Squero di San Trovaso var. 17.Yüzyıl’dan beri ahşap gondolların üretildiği bir atölye burası. Ustaların gondolları boyamasını izlerken, bir yandan da kendimi kanalın duru güzelliğine bırakıp, cicchetti dolu tabağıma bakarak Venedik’te olduğumun farkına varıyorum. Cicchetti, Venediklilerin çok sevdiği atıştırmalık yiyeceklere verilen ad. Genelde ekmek üstü servis edilip, ombra ile beraber ayaküstü yeniyor. Ombra’nın da ilginç bir öyküsü var. İtalyanca “gölge” anlamına gelen kelime, güneşten kaçıp buldukları ilk gölgede şarap içen Venediklilerin diline zamanla yerleşmiş. Artık, beyaz ya da köpüklü şarap içileceği zaman, garsona “bir ombra!” diye sipariş etmeleri de işte bu yüzden.
Cicchetti keyfinden sonra ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü bir diğer nokta: Olbi Paolo. 1962’den beri defter, fotoğraf albümü ve kağıtlara geleneksel yöntemlerle hayat veren Paolo Bey ile çat pat İtalyancamla İstanbul’dan ve Venedik’ten söz ediyoruz. Zaten bu şehirde, söz dönüp dolaşıp İstanbul’a, Bizans’a, Osmanlı’ya ve kentlerin benzerliklerine geliyor bir yerde. Dükkandan ayrılırken ismimin baş harfinin olduğu bir kitap ayracı hediye ediyor bana Paolo. Yakınlardaki Campo Santa Margherita’da ise bu sevimli meydanı doldurmuş insanların, gün batımını karşıladıklarını görüyorum. Bir yanda tezgahlarını toplayan balıkçılar, diğer yanda kafe ve barların dış masalarına menüleri dizen garsonlar, tek tek yanmaya başlayan ışıklarıyla göz alıcı gözüken restoranların önünde ayaküstü sohbet eden insanlar… Günü sonlandırmak için meydanın en eski sakini; Caffe Rosso’da spritz ve yeşil zeytin eşliğinde zamanın nasıl da yavaşça akıp gittiğinin farkına varıyorum. Meydan, oturma ihtiyacı duymayan; ayakta bir şeyler atıştırırken bir yandan da sosyalleşen, bazı köşelere ilişip seslere kulak kabartmadan pür dikkat gazete veya kitap okuyan insanlarla dolu. Ve burası, günü uğurlamak için en güzel noktalardan biri.
Osteria Al Squero: Dorsoduro, 943 // 20:30’a kadar açık. Pazar kapalı.
Olbi Paolo: 3253/A // 15:30-19:30 arası açık
Caffe Rosso: Sestiere Dorsoduro, 2963, Campo Santa Margherita
Venedik’te Tarihin Silinmemiş İzleri
Birbirine köprülerle bağlanan yüzlerce adanın üzerine kurulu Venedik, tarihi boyunca ticaret ve sanat alanında hep çok zengin bir şehir olmuş. Saray mimarisinde, kentin birçok yerine yayılmış yapılarında ve günlük yaşam kültüründe, o zenginliği hissetmek mümkün. Ducale (Dükler) Sarayı’nın yer aldığı San Marco Meydanı durup, tarihi seyredebileceğiniz yerlerden biri. Bu meydanın tam ortasında yer alan, 11.Yüzyıl’da yapılmış Bizans dönemi mimarisindeki San Marco Bazilikası da öyle. Yapının üzerindeki mozaikleri inceleyip, başınızı Aziz Marcos’un güneş ışığında parıldayan bronz atlarına doğru çevirirseniz, dünün tozlu sayfaları önünüze serilir. Bu atlar, İstanbul’un Konstantinopolis olduğu dönemde, Haçlı Seferleri sırasında Sultanahmet’teki Hipodrom Meydanı’ndan alınıp buraya getirilmiş. Bazilika duvarının bir köşesine yerleştirilmiş; birbirine sarılmış duran asker heykeller de yine aynı geçmişi paylaşıyor.
Venedik Cumhuriyeti döneminde, 12.Yüzyıl’da kutlanmaya başlanan ve günümüzde de devam eden Venedik Karnavalı, şehrin adıyla anılan en popüler etkinliği. O dönemlerde, sınıf ayrımı olmadan kutlamaların yapılabilmesi için bu maskeler kullanılırmış. Bugün de bu geleneği yaşatmak için Şubat ayında etkinlikler düzenleniyor. Karnavalın turizme ve maske zanaatına olan katkısı büyük. Bu sayede, şehirde uzun yıllardır el yapımı maske üreten ustalar, birkaç kuşak bu zanaatı devam ettirebiliyor. Aynı, 11.Yüzyıl’dan beri elde üretilen ahşap gondol yapımı gibi. Sokak aralarında gezerken, bir maske atölyesinin önünde durup içerideki usta ve çırağı izlemek veya bir kanal kenarına kıvrılıp bir gondol yapımı sürecinin küçük bir kısmına tanık olmak Venedik’e dair en özel anlardan.
17.Yüzyıl’da ortaya çıktığı düşünülen opera sanatı ise Venedik’te aristokrat sınıfının en büyük eğlencelerindenmiş. O günden beri öneminden bir şey kaybetmeyen opera evleri Venedik’te hala yoğun bir programa sahip. 1600-1818 yılları arasında, Venedik’te operalara ilk ev sahipliği yapan San Moise Tiyatrosu bugüne kadar gelememiş olsa da 1792’de açılan La Fenice Tiyatrosu halen şehrin gözdesi. Venediklilerin büyük özenle hazırlanıp gittikleri bu tiyatroda, zamanında Rossini, Bellini, Donizetti, Verdi, Stravinsky gibi isimler temsile çıkmış. İsmini Zümrüdüanka kuşundan alan ve aynı kuşun kaderindeki gibi 19.Yüzyıl’da yanıp, sonra küllerinden yeniden doğan La Fenice, yüksek tavanları, gösterişli süslemeleri ve avizeleriyle insanı büyülüyor.
Venedik denildiğinde akla gelen değerlerden bir diğeri de kahve kültürü. 1600’lerin başında Afrika’dan gelen gemiler vasıtasıyla kahveyle tanışmış Venedik halkı. 1640’larda kentte ilk kahve mekanı açılmış. Günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş kafe ise Caffè Florian. 1720’den beri hayatına devam eden kafe, tarihin yüklerini San Marco Meydanı ile paylaşıyor, bulunduğu sıcacık köşesinde. Sabahın erken saatlerinde, dışarısı puslu bir maviye bürünmüşken sarı sıcak salonlarıyla sizi kendine çekiyor. Şık garsonlar tarafından porselen fincanlarda getirilen kahvelerin rayihası eşliğinde güne burada başlamak keyif verici. Ben de bir köşeye yerleşip sıcak çikolata eşliğinde kafeye girip çıkan şık müşterileri, kadehlerinden martinilerini yavaşça yudumlayan sükût içindeki şehirlileri izlerken, Venedik'in tarihine yayılmış bütün ihtişamı da sanki bir nefeste içime çekiyorum.
Teatro La Fenice: Campo S. Fantin, 1965
Caffè Florian: Piazza San Marco, 57
Yazarların Adımlarıyla Venedik Sokakları
Gün doğumunda şehrin dar, kafa karıştırıcı sokaklarında buluyorum kendimi. Venedik’in kanallara ya da minicik meydanlara açıldığı sokakları serin, ıssız bu saatlerde. Şehir, sanki halen kabuğundan çıkmamış gibi. Kanalların üzerinde bu defa gondollar değil, adadaki dükkanlara mal getiren yük vapurları ve botlara kurulmuş; bir o yana bir bu yana sallanan manavlar gözüme çarpıyor. Masalar dışarı çıkartılarak güne hazırlanan mekanları, kahvesi elinde yürüyüş yapan insanları ve her dakika değişen ışığın şehre dokunuşunu izliyorum. Venedik’i yumuşacık turuncu bir ışık altında izlemek bambaşka. Bir tek martı sesleri yükseliyor San Marco Meydanı’ndan. Elindeki kruvasanı martıya kaptıran bir turisti görünce anlıyorum; etrafta neden Venedik martılarına dair uyarı yazıları, gazete küpürleri asılı olduğunu.
Caffè Florian’da otururken, Marcel Proust’un bu kente dair yazdığı anıları akıp gidiyor önümdeki not defterinde. Yalnızca Doğu masallarında karşılaşılır dediği saraylardan ve gizemli ajanların gece sessizliğinde labirentler arasında bir sırrı taşır gibi dolaştığından söz ediyor. Hayalle gerçeğin, gizemle düşün iç içe geçtiği bir şehir diye tanımlıyor Venedik’i. 1900’lerin başında Ruskin’in bir çevirisi üzerine çalışırken San Marco Meydanı’nda dolanıyor, Dükler Sarayı’nı inceliyor, Florian’da kahvesini içiyor ve bir gondolla Danieli Oteli’ne geçiyor. Venedik’i kanal manzaralı otelinin balkonundan seyrederken, iyice ısınıyor bu kente.
Dickens, Balzac, Goethe, Capote gibi yazarları ağırlamış o eski otelin önünden geçip Castello sokaklarının yolunu tutuyorum ben de. Aralarına gerilmiş iplere asılı renk renk çamaşırların süslediği evleriyle Castello bu saatlerde bile çok canlı. Kanal kenarına geri döndüğümdeyse Proust’un Albertine Kayıp kitabında geçen şu satırları açıp okuyorum: “Gondolum küçük kanallarda ilerliyordu; küçük kanallar bu Doğu şehrinin dolambaçlarında bana yol gösteren bir cinin esrarengiz eli gibi, ilerledikçe küçük pencereli, çok katlı evleri, incecik bir çizgiyle belli belirsiz ayırarak böldükleri bir semtin ortasında bana yol açıyorlardı adeta…” Ana karakterin, annesiyle birlikte gittikleri Venedik’teki izlenimlerini, gotik pencerelerden ufka bakarken düşündüklerini okudukça, Proust’un Venedik’i canlanıyor karşımda. Venedik o kadar güzel ki Albertine’ın gidişine artık kimse üzülemiyor.
Öğleden sonra kalabalıkları takip ederek kendimi çok sıcak bir aile işletmesinde buluyorum. Mekana her gelenin aile bireylerini tanıdığı, sohbetler ettiği Bar All’Arco sokağın köşesinde karşılıyor müşterilerini. Bar tezgahında iki kardeşin elleriyle hazırladığı lezzetli cicchetti’lerin tadına baktıktan sonra özellikle de Giovanni Bellini’nin tablolarını görmek için Gallerie Dell’Accademia’ya uğruyorum. Buradan kısa bir yürüyüşle varacağım durağımda ise Hemingway bekliyor beni. 1948’de Venedik yakınlarındaki Torcello’da Cipriani Oteli’nde kalırken Nehrin Ötesinde ve Ağaçların İçine kitabını kaleme almış. Otelin restoranındaki (Locanda Cipriani) duvarlarda hala ona dair izler var. Bir de Chagall’ın eskizleri. Hemingway’in “Gri bir sisin içinden kıvrılarak uzanan kanallarda gondolların arasından geçiyordum” dediği o kanala nazır bir yerde; Harry’s Bar’dayım. Yazarın o dönemlerde sıkça takıldığı, eşi Mary ile birlikte öğlen yemeklerini yemeğe gittiği mekan. 1940’larda işletmecisi Cipriani tarafından Bellini kokteylinin bulunduğu bar olarak da geçiyor kayıtlarda. Barın hemen önünden kalkan feribotlardan inen insanları, gondolların zikzak bir çizgi çizerek gelip gidişlerini izlerken zaman nasıl akıyor anlamıyorum. Mary günlüğünde, vaporetto’ya (Venedik tipi halk feribotu) bindiklerinde Papa’nın (Hemingway’in lakabı) gondolculara nasıl şarkılar söylediğini anlatıyor. Onun yazdıklarını okurken, başka gözlerle görüp iyice seviyorum bu bardan izlediğim manzaraları.
Akşamüstü, şehrin Yahudi mahallesi olarak geçen ve “getto” kelimesinin çıktığı yer olarak rivayet edilen Cannaregio bölgesine uzanıyorum. Santa Maria Nova alanında, çok sevdiğim bir yazarın kelimeleriyle yeniden buluşma vakti. Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar kitabında Venedik anılarını açıp okuyorum. Sokaklar arasında aniden kaybolmanın zevkine varıyor yazar. Ben de onun satırlarında kaybolurken, Venedik’i yeniden buluyorum. Ona göre, Venedik’te kaybolmak herhangi bir şehirde kaybolmaya benzemiyor. Zihninizin haritası darma duman olsa bile sizi güzelliklerle karşılaştırıyor şehir. Kapakları kilitli ve taş işçiliğinin göz kamaştırdığı su şebekeleri, yosunlarla adeta desene bürünmüş evlerin duvarları, ağzını sonuna kadar açmış aslan kabartmalarıyla kapı zilleri ve posta kutuları, karşınıza aniden çıkan bir pastanenin vitrini arkasında öpüşen bir çift… Her şeyin ruhumu okşadığı bir anın içindeyim, tıpkı yazar gibi. Pamuk, İstanbul’la Venedik’i kıyaslarken “Venedik’in ihtişamı kederli değil, mutlu, sevindirici bir şey,” diyor. Grisine bile melankoli sinmemiş bu şehrin, tüm ayrıntılarında buluyorum o sevindirici duyguyu. Revaklı bir geçitten geçip, daracık kanalların arasında kaybolmaya hevesleniyorum her adımda. Sanki görünmez bir tülün arkasına gizlenmiş bütün güzellikler. Venedik’e özgü şekilli bacalar, evlerin rüzgarda uçuşan perdeleri, yarı açık pencerelerden gözüken yüksek ahşap tavanlar, iplere dizilmiş uyumsuz renkli çamaşırlar, köprü isimlerinin yazdığı tabelalar, çatlamış panjurlar, evlerin artık solmuş yavruağzı boyaları… Hepsi, beni çağırıyor haritada isimlerini bulamadığım sokaklarda.
Kafelerinden espresso kokularının geldiği ufacık bir meydanda, yüzünü göstermeye çekinen cılız Ocak güneşinin artık kenti terk ettiği saatlerde, Venedik’le son bir kez kucaklaşıyorum. Pamuk’un dediği gibi; “Bakmanın, görmenin, seyretmenin zevklerini yeniden, bütünüyle yaşandığı” bu kanallar kentinde, Venedik’te mutluluğun ve aylak aylak gezmenin hafifliğini içimde hissederek.
Bar All’Arco: Calle Arco, 436
Gallerie Dell’Accademia: Campo della Carità, 1050
Locanda Cipriani: Piazza Santa Fosca, 29, 30142 Torcello
Harry’s Bar: Calle Vallaresso, 1323
Mutlaka…
*Ahlar Köprüsü’nden geçin. Sabahın erken saatlerinde meydanların ve kanalların fotoğrafını çekin.
*Teatro La Fenice’de opera izleyin. Biletlerinizi önceden almanızda fayda var.
*Fotojenik köprü kareleri arıyorsanız, Rio de la Verona’daki köprülerden geçin.
*Scala Contarini del Bovolo isimli salyangoz şeklindeki merdivenleri olan Palazzo Contarini’yi görün.
*Kahve ve kruvasan kokuları ile güne başlamak isterseniz tarihi pastanelerden Rosa Salva’ya uğrayın.
*Pazarlara meraklıysanız, erken saatlerde Rialto Köprüsü yakınlarında kurulan Mercato de Rialto’ya gelin.
*Bacarando in Corte dell’Orso’da bir akşam geçirin.
*Fondaco Tedeschi mağazasının terasına çıkıp, buradan Venedik manzarasını izleyin.
*Uzun bir yürüyüşün ardından, Bacareto da Lele’nin sandviçlerinden deneyin.
*Ponte del Accademia köprüsünün etrafındaki evlerin güzelliğine dikkatle bakın.
*Al Bottegon’un ilginç lezzetleri birleştirerek yaptığı cicchetti atıştırmalıklarından tadın.
*Bir akşam yemeği için, meşhur Venedik ciğeri ve diğer lezzetleri denemeye Osteria da Alberto’ya gelin.
*Pasticceria Tonolo’da bombolone tatlısı yiyin.
*Kanala açılan kapılarıyla görsel bir şölen sunan kitapçı Libreria Acqua Alta’yı ziyaret edin.
*Amadi Bruno’nun elinden çıkan hediyelik cam biblolardan alın.
*Tavanındaki fresklerle en ilginç marketlerden biri olan Despar Teatro Italia’yı görün.
*Venedik çatılarındaki güneşlenme teraslarına bakın. Bu teraslar, eski dönemlerde Venedikli kadınların bronzlaşması için yapılmış.
Birkaç İpucu
*Acqua alta; yani suların yükselerek şehri sel basması genellikle Kasım ayında görülüyor. Seyahat öncesi yağmur durumunu ve siroko rüzgarları olup olmadığını kontrol edin.
*Coperto; servis ücreti alınıyor birçok mekanda. Eğer mekanın barında, oturmadan yiyip içiyorsanız bu ücret alınmıyor.
*Havalimanından Venedik’e gitmek için en pratik seçenek havalimanı önünden kalkan vaporettolara binmek. Öncesinde yaklaşık 20 dakika yürüyorsunuz.
*Venedik’e en yakın yerlerden biri rengarenk bir ada olan Burano. Çok yakınındaki Murano’yu da aynı gün içinde gezebilirsiniz. Bunun için tam gün geçerli bir vaporetto bileti almanız yeterli. Fondamente Nove istasyonundan kalkıyor bu vapurlar.
Filmlerde Venedik
*Pane e Tulipani (Ekmek ve Laleler) filmi Venedik’te çekilmiş en iç açıcı filmlerden biri. Sahneleri Campieli dei Miracoli, Campo do Pozzi gibi yerlerde geçiyor.
*Anonimo Veneziano (Meçhul Venedikli) drama-romantik türündeki filmin sahneleri Büyük Kanal, San Marco ve Ahlar Köprüsü civarında geçiyor.
*Fellini’s Casanova ise Venedik Karnavalı sahneleri içeriyor.