top of page

FAİKPAŞA SOKAĞI
SAKİNLERİ

foto8_edited.jpg

Yazı & Fotoğraflar - Vogue Türkiye Aralık 2021 sayısında yer almıştır.

Akıl almaz güzellikteki tarihi yapıların, antika dükkanlarının, Orhan Pamuk’a ilham veren sokakların ve Mimar Sinan’ın eseri olan o küçük, sevimli caminin yer aldığı Çukurcuma Caddesi’ndeyiz. Caddenin değişmez yüzlerinden biri olan iç mekan tasarımcısı Aslı Günşiray ve Faikpaşa’ya yeni bir renk getiren Karagöz sanatçısı Cengiz Özek ile buluşuyoruz. 

 

Sabahın erken saatleri. Çukurcuma’daki esnaflar kepenkleri yavaşça kaldırırken, Turnacıbaşı Caddesi’nin kedileri ayılmaya çalışıyor. Turist bir çift, hayranlık dolu gözlerle bir antikacının vitrinine bakıyor. Solumdaki duvarda asılı kalmış eski bir tabelada Faikpaşa Yokuşu yazılı. Bu tabelanın konulduğu zamanlar, Faikpaşa, cadde adını almamış henüz. Dik bir yokuşta ağırlıyor sakinlerini. Aralarında kimler yok ki… Perdesi aralı evinden kırık Türkçe’yle sohbet ettiği duyulan bir madam, her gün barış çiçeğini güneş görsün diye pencereye çıkaran komşusu, biraz ötedeki bakkalın önüne kedi maması kaplarını dizen bir esnaf, yan yana dizili dükkanlarında geçmişi el üstünde tutan antikacılar ve sokağa yayılan seslere hayat veren ustalar. 

Birçoğu Art Nouveau tarzda yapılmış; ayrıntılarıyla insanı büyüleyen o apartmanlarda yaşayanları hayal ederek yokuştan iniyorum. Cephelerinde yer alan heykel yüzlerinin sokaktan geçenleri sanki izlediği o eski Faikpaşa apartmanlarına bakarken aklımda bir isim beliriyor: Francesco Della Suda. Yunanistan doğumlu, İtalyan asıllı olan Suda, İstanbul’da bir yetimhanede yetişmiş. İlerleyen yıllarda eczacılıktan mezun olup, Beyoğlu’na Grand Pharmacie Della Suda isimli eczaneyi kazandırmış.  Abdülaziz döneminde artık ünlü bir eczacı iken, Paşa unvanı alarak ismi Faik Paşa olarak anılmaya başlanmış. İşte, bu yokuşun adı da o dönem sokağın başındaki bir evde yaşayan Francesco Della Suda’dan, nam-ı diğer Faik Paşa’dan geliyor.  

Faik Paşa’nın her bir köşesine sinmiş o eski İstanbul ruhuna, yer yer kendini hissettiren İtalyanvari havasına, kapısı açık bir atölyeden gelen çekiç seslerine kendimi bırakarak ilerliyorum. Çukurcuma Caddesi’nde, Masumiyet Müzesi’nin ana karakterleri Füsun ve Kemal’in yürüdüğü anlar bir bir canlanıyor önce. Sonra, onların da adımları eşliğinde iki yere konuk oluyorum. İlki, uzun yıllardır bu semtte olan Aslı Günşiray’ın dükkanı. Diğeri ise Faikpaşa’nın en yeni misafirlerinden Cengiz Özek’in renkli atölyesi.  

Çukurcuma’nın En Sadık Sakinlerinden: Aslı Günşiray
 

Kapısında zarif fontlarla yazılmış ismi ve masasında canlı çiçeklerin olduğu dükkan girişi, ilk görüşte beni içeriye davet ediyor. Kapısını araladığım anda beni bambaşka dönemlere götüren bir yerdeyim. İç mekan tasarımcısı Aslı Günşiray’ın 1988’den bu yana hayat verdiği o köşedeyim. Zerafeti ve tarzını, tanıştığım ilk andan itibaren hissettiğim Aslı Hanım sayesinde çok sevdiğim Fransız filmleri dönmeye başlıyor zihnimde bir yandan. Bir yandan da butikte sergilenen eşyaların hangisine dikkat kabartsam diye düşünürken tatlı bir sarhoşluk içerisindeyim. Tasarımcının dedesinden yadigar, el ustalığının öne çıktığı büyük bir ahşap masanın başında söyleşiyoruz. 1980’lerden bugüne uzanan Aslı Günşiray markasının oluşum aşamasına, tasarımcıya ilham veren unsurlara, Çukurcuma’nın eski günlerine ve tabii bugününe değinerek. Ailesiyle sık sık seyahat etmiş, İtalya, İsviçre ve İngiltere’de yaşamış; bu yüzden de hep farklı kültürlerden beslenmiş bir kadın duruyor karşımda. Böylelikle, kendisi 20’li yaşlarından söz ederken sık sık denizaşırı yerlere uzanıyor sohbetimiz. Bazen Çin’e, Tayland’a, bazen de Belçika ve Fransa’ya … “Farklı kültürleri öğrenmeyi ve onlara ruhumda yer açmayı hep sevdim. Dedem 40 yıl Paris’de yaşamış. Belle Époque dönemini çok iyi yansıtırdı evin ruhuna. Sanata ve estetiğe de meraklıydı. Evimizde hep antika parçalar olurdu. O yüzden aslında hep aşinaydım bu dünyaya” diye söz ediyor antikalarla olan bağını anlatırken Günşiray.

 

O günlerde, dil eğitimi görüp, tekstil üzerine ihracat işi yaparken kendisini aniden bir Anadolu seyahatinde bulmuş. Sonra da yeni bir sayfa açılmış hayatında. Çok değer verdiği antikacı ve sanat tarihçisi iki arkadaşıyla Kayseri, Kapadokya ve çevresini gezerken gördüklerinden çok etkilendiğini şu sözlerle anlatıyor: “İlk defa Anadolu’yu geziyordum. Öyle zengin bir kültürdü ki karşımdaki. Osmanlı yapılarına, sütunlara, çeşmelere, Ermeni ustaların yaptığı taş ve ahşap işlerine, mermerlere hayran kalmıştım. O sırada dikkatimi çeken şeyleri paylaştıkça, arkadaşlarım beni cesaretlendirdi; gözün çok iyi, bunu değerlendirmelisin diyerek. Bir süre sonra kendimi Çukurcuma’da buldum. Antika parçalar satmaya da ilk kez, şu anda bulunduğumuz bu dükkanda başladım.”

Tasarımcının uygulamaktan keyif aldığı şeylerden biri dış alanlarda kullanılan mimari parçaları iç mekana taşımak. “Daha o günlerden belliydi aslında tarzım. Oyma sanatının olduğu kapıları, kolonları, bir evin içinde hayal ederdim. Getirdiğim o kocaman parçalar bu küçücük yerde bir kontrast oluşturuyordu. O kontrastı çok sevdim. Bir de farklı kültür ve dönemleri bir arada kullanmayı. Bir iç mekanı tasarlarken göz yormadan, birbirinden farklı stilleri bir denge içinde kullanmak, kalabalık görseniz dahi üst üste değil, daima bir sakinlikle detayların var olmasını sağlamak. İşte, amacım hep bu oldu.” diyen tasarımcı, tüm bu sürede bir tarafıyla da hep yeniliği aramış. Bu yüzden, Faikpaşa’daki tarihi bir apartmanda sergilediği dekoratif eşyaları, papier-mâché vazoları, çağdaş bir sanatçının sizi gülümseten bir eserini, geometrik objeleri, modern çizgileriyle dikkat çeken mobilya ve aydınlatmaları görmek sürpriz olmuyor. 

Bir mekan veya bir evin içini tasarlarken Günşiray’ı besleyen şeylerden biri seyahatleri. Hayranı olduğu Uzakdoğu ve Asya kültürü. Fakat bir yanıyla da Anadolu’ya ve İstanbul’a tutkun. Kendisi bunu; “15 yaşında İstanbul’a döndüm ve sonra bu kent benim bir parçam oldu. Cihangir’de, daima Boğaz’ı görerek büyüdüm. Sanki bir geminin içinde gider gibi yakınımdaydı deniz. İleride uzanan Topkapı, Adalar ve köprü görseli hep gözümdeydi. Yolumun düştüğü Ayasofya, Sultanahmet ve Kapalıçarşı gibi yerlerden ilham aldım.” sözleriyle anlatıyor. Diğer yandan da showroom ve dükkanının bulunduğu Çukurcuma’nın giderek geliştiğini, bundan da çok memnun olduğunu sözlerine ekliyor. “Sokaktan kimselerin geçmediği yılları da bildiğimden, şu anki halinden çok memnunum. Sanat galerilerinin gelmesi, Masumiyet Müzesi’nin açılması, Cafe Cuma gibi kaliteli bir mekanın olması, vintage dükkanlar, mimari ofisler, atölyeler… Hepsi zamanla burayı renklendiren, semte anlam katan değerler oldu. Tarihi dokusu korunan binalar da Çukurcuma’nın güzel kalmasında büyük etken tabii.” 

 

Mağazadaki ayrıntılara bakarken gözüme çarpan eşyaların, antika objelerin anlatılan hikayeleriyle de artı bir değer kazanabileceğini anlıyorum yeniden. Bir de, onca eşyanın bir araya getirilip beğeniye sunulurken belli bir gustoya sahip olunması gerektiğini. Aslı Hanım, bu durumun en güzel örneklerinden biri ve kendisi, Çukurcuma’nın ona kattığı güzelliklerin karşılığını, yıllar içinde semte geri yansıtmayı başarmış sakinlerinden şüphesiz.

Renkler ve Gölgeler İçinde: Cengiz Özek

Cengiz Özek’in, dünyanın dört bir yanından toplayarak oluşturduğu kukla koleksiyonunu sergilediği ve Karagöz çalışmalarını yürüttüğü atölyesindeyim şimdi de. Burası, aynı Özek’in kendisi gibi insana enerji veriyor. Desenler, renkler, mekanın ortasına yerleştirilmiş süs havuzundan gelen dinlendirici su sesleri, duvarları süsleyen kuklalar, Karagöz figürleri, tavan süslemeleri ve hatırası olan objeler… Her şey ahenk içinde. Pencere kenarına yerleşip, yokuştan gelip geçenlerin durup vitrinine göz kabarttığı bu köşede başka bir dünyaya uzanıyorum. Sanatçının, hayalleriyle ilmek ilmek dokuduğu bir dünyaya. Resim hocası sayesinde 13 yaşında tanıştığı Karagöz gölge oyununun incelikleri, açtığı sergileri, Kenter ve Dormen tiyatrolarında geçen yıllarından söz ederken, Özek’in hayatının birkaç saatlik sohbetimize sığdırılamayacak kadar renkli olduğunu anlıyorum. 

Kendisinin Karagöz figürleri yaparak başladığı sanat serüveni, 17 yaşında açtığı ilk sergisi ve ardından artık oynatmaya da başladığı gölge oyunlarıyla devam etmiş. “Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nde açtığımız o ilk serginin üzerinden neredeyse 40 yıl geçti ve ben geçtiğimiz aylarda yine aynı yerde, Karagözüm İki Gözüm sergisinin küratörlüğünü yaptım. Hayat, işte böyle tesadüfler çıkarıyor insanın karşısına.” Bu tesadüfler ki onu, çok sevdiği İstanbul’un çeşitli yerlerinde başka başka insanlarla da karşılaştırmış. “Şu anda içinde bulunduğumuz bu alanın böylesine eklektik ve farklı objelerle çevrili olmasının sebebi belki de o evdir” dediği Doğan Apartmanı’nda yaşayan Türkolog Robert Anhegger ve mimar eşi Mualla Eyüboğlu da bu insanların başında geliyor. “1980’lerin İstanbul’undayız, ihtilalden yeni çıkılmış. Karagöz figürleri yapıp oynattığımız küçük ekibimizin işlerini görüp, etkilenmiş Robert Bey. Bizi bir gün Karagöz hakkında konuşmak için yaşadığı Doğan Apartmanı’nın en üst katındaki dairesine davet etti. İzbe bir sokaktı tabii o zamanlar Serdar-ı Ekrem. Geçerken biraz ürkmüştük fakat apartmandan içeri girince içimiz açılmıştı. Evin her yerinde çiniler, kapının arkasında sizi karşılayan devasa bir Yörük kilimi vardı. Yerlere kadar uzanan kaftanı ve lavanta kokuları içindeki Mualla Eyüboğlu’nu ilk kez gördüğümde çok etkilenmiştim. Kendisi, bize o dönem kol kanat gerdi. 15 günde bir, bu çiftin evinde Karagöz gösterileri hazırladık. Dönemin entellektüel kesimi gelirdi gösterilere. O ev, doğu ve batı sentezinin en güzel temsillerinden biriydi bizler için.” diye anlatırken gözleri gülen Özek, sanki yeniden o yaşlarına geri dönüyor. 

Geleneksel Türk Süsleme Sanatları üzerine çalışmalar yapan, daha sonra konservatuarda tiyatro okuyan ve mezun olduktan sonra tiyatro sahnelerinde uzunca bir dönem geçiren Özek’in, Karagöz sanatına bakış açısı da zamanla şekillenmiş. “Karagöz oyununun özgürlükçü bir yapıda olması taraftarıyım. Karakterler, giysiler, kullanılan ortamlar da günümüze göre şekil almalı bence. Ben de modern tiyatro kurallarıyla sentezleyip, oyunlarımı o şekilde gösteriye sunuyorum. Mesela Çöp Canavarı, Sihirli Lamba gibi Karagöz oyunlarım buna örnektir.” Birçoğuna aşina olduğumuz tiyatro oyunlarının dekor tasarımlarını da gerçekleştiren sanatçının en unutamadığı işlerinin başında ise Müşfik Kenter’in oynadığı “Bir Garip Orhan Veli” tiyatro afişi geliyor. Bir şişenin içinden dünyaya bakan o sevimli turuncu balığın yer aldığı afiş. Ben de o afişle beraber andığımız eski İstanbul’un -belki de hiç yaşamamış olduğumdan- o eski günlerine özlem duyarak, tatlı bir nostalji içinde dinliyorum Özek’in anılarını. Bir dönem Vitali Hakko ile yürüttükleri Beyoğlu’nu güzelleştirme projelerini, arkadaşlarıyla yılbaşı vitrinlerini görmek için heyecanla İstiklal Caddesi’ne geldikleri o gençlik günlerini.

Faikpaşa Caddesi’nde olmaktan büyük keyif aldığını söyleyen Özek; “Kozmopolit bir muhit burası, entellektüeller de var, halkın içinden insanlar da. Evlere baktığınızda başka bir duygu veriyor size. Lüleci Hendek’ten inip, Tophane’de şöyle bir tur attıktan sonra bu yokuştan geçip Taksim’e çıkarak bir güzergah izlendiğinde mutlu olursunuz. Çünkü insanın ruhunu okşayan çok şey barındırır buralar.” diye anlatıyor İstanbul’un ruhunu koruyan bu yerlerini. Sanatçının farklı kültürlerden izler taşıyan atölyesi ise o ruhu en canlı renkler arasından size hissettiren; inceden sırlarını veren yerlerden bir tanesi. 

Sırt sırta vermiş Çukuruma ve Faikpaşa’da, bu iki isimle sohbet ederken onların dilinden dökülen hikayeler taşınıyor bugüne. Aynı, yıllarca korunmuş ve üzerinde ustaların isimleri yazan, o çok değerli antika parçalar gibi. Hepsi, hatırlanmayı, duyulmayı bekliyor. 

bottom of page