GİZEMLİ ÜLKE
ÜRDÜN
Yazı & Fotoğraflar - Tempo Travel Bahar 2021 sayısında yer almıştır.
Arap ülkeleri arasında, penceresi dünyaya en aralanmış olanı Ürdün belki de. Yakın zamanda bu topraklardan savaşın geçmemesi ve daha ılımlı bir politik atmosfere sahip olması, ülkeyi turistik açıdan gözde bir destinasyon haline getirmiş. Ayrıca, uluslararası şirketler buraya bir hayli yatırım yapmaya başlamış. Bu yüzden, Amman kentinde farklı milletlerden insanlarla karşılaşabilir, modern ve geleneksel yaklaşımı harmanlamış Ürdün’den farklı bir Ortadoğu hissi alabilirsiniz. Lut Gölü, Ram Vadisi ve Petra Antik Kenti ise Ürdün’e gelmek için başlı başına yeterli sebeplerden.
Amman Şehrinden Notlar
Her yolculuk yepyeni bir sayfayla açılıyor benim için. Tüm önyargıları, beklentileri ve düne dair ne varsa hepsini arkamda bırakıp, açık bir kalple düşüyorum yollara. Yıllar sonra yeniden Ortadoğu’nun kucağında olacağım için heyecanlıyım. Bu topraklar, daha önceki seyahatlerimden de az çok bildiğim gibi; sırrını öyle hemen vermiyor. Adım adım gezdikçe, insanlarıyla tanıştıkça, oralara dair hikâyeler okudukça gizemine biraz olsun erişmiş oluyorsunuz. İşte Ürdün de böyle bir ülke. Görünenden çok daha fazlasının olduğunu, buraya ilk adım attığınız anda anlıyorsunuz.
Yıllar önce, Filistin’den ailesiyle birlikte göç ederek Ürdün’e yerleşen bir arkadaşımın daveti üzerine Amman’a gitmeye karar veriyorum. Şehre ilk vardığımda gözümün önündeki tüm görüntüler tipik bir Ortadoğu havası sunuyor: Hızlı, karmaşık, kuralsız ve renkli.
Ülkenin başkenti Amman, aynı İstanbul gibi “yedi tepeli şehir” olarak geçiyor. Aynı zamanda ülkenin en kalabalık, ticari-kültür merkezi sayılan kenti. Dik yokuşlarını tırmanıp, bir tepesinden şehre bakınca, karşımda uzanan manzarada sanki birkaç şehir birden görüyorum. Halep, Granada ve İstanbul’un Eyüp tarafları gözümde canlanıyor. Tam bu esnada, elektrik tellerine tutturulmuş hoparlörlerden radyo yayını yapılıyor. Öğreniyorum ki, ezan öncesi genel yayın yapılıyormuş belli yerlerde. Aniden havalanan güvercinlerin kanat çırpma sesleri, o an ezan sesiyle birleşiyor ve benim için Amman’ın melodisi oluyor.
Eski şehir merkezi; Al Balad, tarihi yapıları, 2.Yüzyıl’dan kalma Antik Roma Tiyatrosu, yan yana dizilmiş dükkân ve ara sokakları cümbüşe boğan çarşılarıyla şehrin en dinamik bölümünü oluşturuyor. Yürürken gördüğüm renkler sanki iç içe geçmiş, restoranlardan burnuma gelen baharat kokularıyla beraber başımı döndürüyor. Yolun ortasında bir arabanın arkasına tutunmuş üç çocuğun kaykay üzerinde ilerlediğini görünce şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Zaten, Amman her köşesinde insanı şaşırtacak bir şeyler saklıyor.
Neredeyse her sokakta gözüme çarpan nargile kafeler, günün her saati kentin en yoğun buluşma noktaları. Hatta dumansız bir mekân bulmak için biraz çabalamak gerekiyor. Jafra Kafe, sık tercih edilen kahve mekanlarından biri. İçeri girince burnuma kahve ve nargile kokuları geliyor. Bazı akşamlar burada ut eşliğinde şarkılar da söyleniyormuş. Ben de kendime meşhur nane çayından söyleyip, etrafımdaki masalara göz gezdiriyorum. Gencinden yaşlısına herkesi ağırlayan kafenin duvarlarındaki siyah beyaz resimlere bakarken şehrin keşmekeşini dışarıda bıraktığımı fark ediyorum. Bu köşe, dinginliğe ihtiyaç duyanlar için yaratılmış sanki.
İyice dinlenip, yeniden dışarı çıktığımda ise gerçek bir “souq” deneyimine hazırım. Souq ya da souk, Arap ülkelerinde yaygın olan; bir sokağı boydan boya kaplayan tezgâh ve dükkânlardan oluşan pazarlara deniyor. Sebze-meyveden tutun, baharat, et ürünleri ve mutfak gereçlerine kadar aklınıza gelen her şey bu pazarlarda sergileniyor. Kalp atışlarımı hızlandıran Souq Al-Sukar’a uğruyorum. Tezgâhlardan yükselen satıcıların bağırışları, yüksek sesle fiyat soran müşteriler, her adımda duyduğum başka bir koku beni pazar sarhoşu yapmaya yetiyor. Biraz ileride, 1924’te yenilenen Osmanlı tipi Büyük Husseini Camii’nin önünde ise poşu satan birkaç yaşlı amca var. Cami avlusundaki sakinlik, yanı başındaki pazarın gürültüsüyle tezat oluşturuyor.
Eski binalardan birinde yer alan sanat ve kültür merkezi Duke’s Diwan’a geliyorum. Burası, 1924’te Amman’ın ilk posta ofisi olarak açılmış. Bir dönem otel olarak kullanıldıktan sonra “diwan” ismini alarak; şairlerin, sanatçıların bir araya gelebilecekleri bir mekâna dönüştürülmüş. İyi korunmuş antika eşyalara ve resimlere bakarken bir ut çalgıcısının dudaklarından dökülen Arap ezgilerine kendimi bırakıyorum. Kültürü hafızasına kazımış bu evin, dün ve bugününü her ayrıntıda hissetmek mümkün.
Amman’ın en meşhur tatlı zinciri Habibah’ta, hayatımın en lezzetli künefesini yedikten sonra kalabalık caddeye dönüyorum. Elindeki güvercinlerle dolu kafesini sımsıkı tutmuş bir genç, meraklı bakışlarıma karşı koyamayıp kamerama poz veriyor. Biraz ötede kentin bir bir yanan ışıkları, artık daha da yoğunlaşan araç yolunu loş sarıya boyuyor. Restoranlardan sesler yükselirken, gün içinde duyduğum kokulara bir yenisi daha ekleniyor. Ülkenin milli içkisi; anasonlu arak. Bu esnada iyice acıkıp, Ürdün’de yaşayan arkadaşlarımızla beraber Zorba Restoran’a geliyoruz. Merdivenleri çıkarken, sevdiğim Mısırlı şarkıcı Oum Kalthoum’un (Ümmü Gülsüm) duvar resmini görüp gülümsüyorum. Upuzun bir masaya yerleşip, labneh (peynir-yoğurt), patlıcan ezme (moutabel), humus gibi mezelerden söylüyor, günün yorgunluğunu burada atıyoruz. Pencereden bakarken gördüğüm genç arkadaş grupları, insanla dolup taşan lokanta terasları, Amman’ın komşu ülkelerinden farklı bir Arap şehri olduğunu sanki kulağıma fısıldıyor.
Jafra Kafe: Prince Mohammad St 15
Al-Sukar Pazarı: Büyük Hüsseini Cami’nin yanında.
Büyük (Grand) Husseini Camii: K. Talal St. 1
Duke’s Diwan: King Faisal St.
Habibah Tatlıları: Marwan Madi Complex, Al-Azhar St. 2
Zorba Restoran: Complex No 37, Basman St 37
Amman Kalesi ve Kalıntılar
Amman’ın güvercinlerinin yoğun olarak uçtukları bir nokta var: Amman Kalesi’nin üstü. Üzerinde kuş tüylerinin havalandığı, şehrin yedi tepesinden birini oluşturan, hayran hayran gezilecek yerlerden biri bu kale. Kale ve çevresindeki en eski yerleşimin Cilalı Taş Devri’nde olduğu düşünülüyor.
Romalı ve Bizanslılar dahil birçok topluluğun egemenliği altına girmiş bölgenin antik kalıntıları arasında en dikkat çekeni şüphesiz Herkül Tapınağı. Romalılara ait bu tapınak, M.S 2.Yüzyıl’da, şehir merkezindeki Roma tiyatrosuyla eş zamanlı olarak yapılmış. Tapınağın önünde, bir kısmı günümüze kadar ulaşabilmiş devasa büyüklükteki ellerin de o dönem yontulmuş heykele ait olduğu düşünülüyor. Bizans Kilisesi, Emevi Sarnıcı ve Sarayı dışında, antik kentin içinde yer alan arkeoloji müzesi de oldukça etkileyici. Müzede, kazı çalışmalarından çıkarılan farklı dönem ve topluluklara ait eşyalar, heykeller, haritalar ve dönemlere dair detaylı açıklamalar var. Burayı gezdikten sonra kalenin kafesinde oturup, kuş bakışı görünen Amman manzarasını, bir tabloya bakar gibi inceleyerek izlemek çok keyifli.
Başka Bir Amman: Weibdeh Bölgesi
Amman’da kaldığım süre boyunca huzura en kolay eriştiğim yer Jabal Al Weibdeh bölgesi oluyor. Her sabah, guguk kuşu, çan ve ezan sesleriyle uyanıyorum. Eski şehir Al Balad’dan farklı bir dünya burası. 50’lerde buraya orta sınıfın yerleşmesiyle, yeni evler yapılmaya başlanmış. Yaş almış ağaçların, özenle işlenmiş mimari detayların, kaktüslerle bezeli balkonların, iyi okulların, tertemiz ve görece sakin sokakların yer aldığı bir bölge haline gelmiş burası. Bir sokağın köşesinden, sanki elinde kamerasıyla İranlı yönetmen Abbas Kiarostami çıkacak. Onun filmlerindeki manzaraları andıran güzellikler var bu sokaklarda. Mekanlarla dolu Shariah Sokağı’ndaki Rumi Kafe’nin bahçesinde bir şeyler atıştırırken, ya da Fan Wa Chai’nin çaylarından denerken, kendimi daha çok Avrupa’da gibi hissediyorum. Kafeler, önlerindeki dizüstü bilgisayarlara kilitlenmiş “expat” diye tabir edilen, yabancı uyruklu iş insanlarıyla dolu. Bir de üniversite öğrencileriyle. Hatta burada yaşayan arkadaşım Muhammed’in dediğine göre, yazar, ressam gibi entelektüeller de bu bölgede yaşıyormuş. Şehrin, sanat ve özgürlüklere açılan kapısı Weibdeh.
Darat al Funun, bu semti benim için en özel kılan yerlerden biri. 1988’de arkeolojik bir alana kurulmuş binada, Ürdünlü sanatçıların eserleri sergileniyor. Galeriler dışında, film gösterimi yapılan salonu, atölyeleri, bir kütüphane ve harika bir bahçesi var. Sergi gezdikten sonra bahçesinde oturup, Roma ve Bizanslılardan kalma kalıntılar arasından, karşıdaki tepeleri seyre dalmak buraya dair unutamadığım anlardan.
Rumi Kafe: Al-Shariaah College St. 14
Fan Wa Chai Kafe: Al Rabad
Darat al Funun: Nadeem al Mallah St. No:13 veya üst giriş Moh'd Ali al Saadi St. No:9, Jabal al Weibdeh
Amman’a Gelmişken
* Galerilerin, çeşitli kafe ve restoranların yoğunlukta olduğu, Arnavut kaldırımlı sokaklarıyla ünlü Rainbow Caddesi’ni ziyaret edin.
*Rainbow Caddesi yakınlarında yer alan Wild Jordan Center, terasından taş evlerin oluşturduğu şehir manzarasını izlemek için doğru bir adres. Sağlıklı yemek seçenekleri sunuyor. Ayrıca, hediyelik eşya dükkânındaki ürünlerin kârı ülkenin eko turizmi için ayrılmış fona gidiyor. // Othman Ben Affan St.
*Şehrin en eski restoranlarından olan Hashem Restoran’da falafel yiyin. Yanına muhakkak labneh, humus gibi mezelerden söyleyin.
Adres: King Faisal St., Downtown
*Biraz zahmetli bir yemek olan mansaf’ı tadın. Al Quds gibi büyük restoranlarda bu yemek yapılıyor. Ayrıca, tatlı severler gül, portakal suyu ve şerbetle yapılan, ekmek kadayıfı benzeri; hareesa tatlısına şans vermeli.
*Yolunuz yakınlarına düşerse Salaheddin Bakery’e gelin. Fırından yeni çıkmış susamlı ekmekler içine yumurta, zahter, peynir konuluyor. Yerliler burada ayaküstü kahvaltı yapıyor.
Adres: King Al-Husseim St. ve Umayah Bin Abd Shams St. (sokakları) kesişiminde.
*Ülkenin en büyük camilerinden biri olan, geleneksel ve modern yapıdaki Kral Hüseyin Cami’yi görün. Burada aslında 7.Yüzyıl’da Hz. Ömer tarafından yaptırılan bir cami yer alıyormuş. 1930’larda Kral Abdullah bin el Hussein tarafından yeniden bir cami inşa edilmiş.
*Kafelerde kakule aromalı kahve ve nane çayı içmeyi, restoranlarda baklava denemeyi unutmayın.
*Çağdaş sanat için Jordan National Gallery of Fine Arts Müzesi’ni ziyaret edin.
*Eğer sokak sanatına ilginiz varsa, bir de Yara Hindawi gibi graffiti sanatçılarının izinden şehri gezin.
Suya Batmanın İmkansız Olduğu: Lut Gölü
Dünyadaki göller arasında, en şaşırtıcı olanlarından Lut Gölü, herkese sanki meydan okuyor. Suda yarı yatar pozisyonda oturabiliyor, yüzmeye kalkınca ters dönüp devriliyor, dalmak isteseniz de bunu başaramıyorsunuz. Bu esnada, yüzünüze bir tebessüm yerleşiyor çünkü gölle cebelleşirken buluyorsunuz kendinizi. Yeryüzünde, deniz seviyesinden çok aşağıda yer alan ve “ölü deniz” olarak da anılan gölün kıpırtısız yüzeyinde sadece çömelerek oturabiliyorsunuz. Tuz oranının çok yüksek olması batmayı engelliyor.
Konumundan ötürü, Ürdün’ün İsrail ile paylaşarak suyundan istifade ettiği bu göl, eski günlerine oranla çok daha sığ ve kuruma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu durum ülkeyi sadece turizm açısından değil, gölden sağlanılan temiz su kaynağı olmasından ötürü de endişelendiriyor.
Amman’dan arabayla 1,5 saatin sonunda vardığımız Lut Gölü’nün çevresi de bir o kadar ilginç. Sahil kıyısındaki zemin, çöl yüzeyini andırıyor. Yol boyunca tek bir ağaç görmüyor, sadece sarp kayalıkların ve kaktüs familyasından bitkilerin yanından geçiyoruz. Havanın sıcaklığının da giderek artmasıyla, burası resmen dilim, damağım kurudu tabirinin coğrafyada vücut bulmuş hali gibi.
Göle girmek için, bir tesise giriş parası ödemek durumundasınız. Göl etrafı sayısız tesisle çevrili. Bu tesislerde, duş, yeme-içme ve şezlong kiralama imkanları mevcut. Eğer gölde geçireceğiniz vaktin dışında buralarda bir yerde konaklamak isterseniz de bölgede çok sayıda spa ve termal oteli bulunuyor.
Günü birlik gitmemize rağmen gölün tadını doyasıya çıkarıyoruz. Tuzlu suyun önce teni yakması ardından yumuşacık bir his vermesi hoşuma gidiyor. Hatta elime kitap alıp suyun üzerinde okuyorum. Ara ara ters dönüp, kitabı suya düşürme tehlikesiyle mücadele ederek. Sonra da göl başında oturup, naneli-limonlu buzlu içeceklerden içiyorum. Bu esnada aklımdan, Ürdünlülerin naneyi ne kadar çok sevdiklerini geçiriyorum. Bir de Lut Gölü’ne akan Ürdün Nehri’nin ileride kuruyup, bu güzelliğin yok olmamasını diliyorum.
Ram Vadisi ve Kızıl Kumlarda Kamp
Ürdün’ün Kızıldeniz kıyısındaki Akabe şehrinin doğusunda yer alan Ram Vadisi için yola koyuluyorum. Yol boyunca mola noktalarına konmuş plastik sandalyeler hemen yanı başlarında duran nargileler, develeriyle ağaç gölgesinde dinlenen insanlar göze çarpıyor. Benzinciden aldığımız kahve bile kakule aromalı geliyor, üstelik çok lezzetli. Taşı toprağı buğday renginde geniş düzlüklerden geçerken sürülerini otlatan, başlarında poşu, üzerlerinde “distasha” denilen uzun beyaz giysileriyle genç yaşta çobanlar beliriveriyor önümüzde. Ve şekilleri insan suretlerini andıran kayaların içinden geçerek varıyoruz meşhur Ram Vadisi’ne.
Ay Vadisi olarak anılan vadiyi ilk görüşte algılayabilmek biraz zor. Girişte gişelerden geçip, arabaları bir noktaya koyup yürümeye başlayınca genişliğini kavrayabiliyorsunuz. Burası, 720 km²’ye yayılmış alanı ve çöl atmosferiyle Ürdün’ün en büyük vadisi. Granit kayalar ve kumtaşlarıyla oluşmuş bu doğal alan, 2011 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş. Tarih öncesi çağlardan bu yana birçok kültüre ev sahipliği yapmış. Fakat içlerinde en belirgini Nebatiler’in geride bıraktıkları izler. Kanyonlar, tapınaklar, kaya resimleri ve duvar yazıları tarihi taşıyor. 1990’larda kazı çalışmaları biten Nebati Tapınağı vadideki en önemli tarihi kalıntılardan. Girişi yabani incir ağaçlarıyla kaplı Khazali Kanyonu, gizemli yapılar; Burdah Kaya Köprüsü ve Mantar Kayası görülmeye değer. Nebatilere ait olduğu düşünülen duvar resimleri, yüksek tepeleri birbirine bağlayan köprüler ve demir oksit sayesinde kızıllığını koruyan kayalar hem günümüzün hem başka devrin güzelliklerini yansıtıyor. Yalnız, eklemeliyim ki mesafeleri çok uzak olduğundan kiralayacağınız bir şoförle gezmek şart.
Arabistanlı Lawrence’ın Evi de ilgi çekici. Osmanlı’nın Arap yarımadasındaki hakimiyetini kaybetmesine sebep olan İngiliz ajan Arabistanlı Lawrence (Thomas Edward Lawrence) bir dönem bu vadide yaşamış. Hala karargâhı ve evi duruyor. Hatta, Lawrence of Arabia filminin birçok sahnesi burada çekilmiş.
Göçmen Arap topluluklarından Bedeviler, günümüzde Ürdün, Kuzey Afrika ve Arap yarımadasındaki çeşitli yerlerde yaşamlarına devam ediyor. Çoğunlukla çobanlık yapan, deve binmeyi küçük yaşta öğrenen, çadırlarda hayatlarını geçiren bu etnik grubun yaşadığı bölgelerden biri de Ram Vadisi. Bedevilerin aileleriyle birlikte kaldıkları araziye, bir başkası gelip çadır kuramıyor. Yazılı bir kanun olmasa da hepsi, kendilerinin belirledikleri kurallar dahilinde yaşıyor. Günümüzdeyse, turistik kamplarda çalışan, şoförlük yapan birçok Bedevi görmeniz mümkün. İçlerinden, Süleyman isimli biriyle tanışıyorum. Kendisi, “Çadırda yaşamak öyle güzel ki, bir apartman dairesine girecek olsam, kesin boğulurum” diyor. Tabii çadır yaşamlarına modern dünyanın araçlarını dahil etmişler. Örneğin; her çadırda televizyon seyrediliyor ve genelde Türk dizileri seviliyor. Süleyman, “Beren Saat ne güzel kadın” diye belirtmeden edemiyor.
Biz de keçe çadırlarda kalmayı seçiyoruz. Bir sabah sadece rüzgârın sesiyle uyanıp, gün doğumunda kızıl kumlara bata çıka saatlerce yürüyüp, gerçek olamayacak güzellikteki kanyonlara varıyoruz. Bol şekerli nane çaylarının ikram edildiği akşamüstü saatlerinde kargaların çığlıkları duyuluyor. Kumların pembeden kızıla dönen renkleri giderek soluklaşıyor. Akşam olup çatınca, kuyuya gömülerek pişirilen sebze ve tavuk yemeğinden yiyor, yemek sonrası ut ekibinin şarkılarını dinliyoruz. Kampta bütün ışıklar sönünce, gecenin ortasında yıldızlar üzerime dökülecekmiş gibi geliyor. Bu saatlerde, gündüz ayaklarımızın altında öfkeyle hareket eden kızgın kumlar bile serinleyip, uysallaşıyor. Gökyüzü hariç her yer, Bedevilerin göz altlarına çektiği sürmeden de koyu artık. Üstümüze yıldızlı bir gökyüzünü örtüp, uykuya dalıyoruz. Çölde vakit geçirmek, Ürdün’de yaşadığım en unutulmaz anı olarak iz bırakıyor.
Ram Vadisi'nde Çöl Deneyimi İçin İpuçları
*Yanınıza muhakkak yüzünüzü örtecek şal vb. giysiler alın. Yürürken, ani bir rüzgâr çıktığında kum dişlerinizin arasına kadar giriyor.
*Gündüzleri çok sıcak, geceleri ise giderek serinleyen vadide, hırka, kapüşonlu mont gerekecektir.
*Eğer Bedevilerin geleneksel keçe çadırlarında kalmak isterseniz, kamp yapacağınız tesis türünü ona göre seçin.
*Son zamanlarda popülerleşen üst kısmı şeffaf, yıldızları seyretme imkânı veren “glamping” türü çadırlar ise bir diğer seçenek. Fakat unutmayın ki, bu tip çadırların yerel yaşamla ilgisi yok, tamamen turistik.
*Kaldığınız tesise düzenledikleri turları muhakkak sorun. Araçlarla yapılan turları tavsiye ederim çünkü vadi çok geniş olduğundan yürüyerek tamamını gezmek zor olabilir.
*Vadideki gün doğumu ve gün batımı saatlerine, noktalarına önceden bakarsanız, hayatınız boyunca unutamayacağınız anlara şahit olabilirsiniz.
*Fotoğraf çekecekseniz, esinti olmadığı sürece hiçbir sıkıntı yok. Fakat uzun süren çekimler yapacaksanız yanınıza kamera koruyucu kılıflardan alabilirsiniz.
*Gitmeden önce çöl havasına girmek isteyenler, Ram Vadisi’nde çekilmiş olan The Last Days on Mars, The Martian, Lawrence of Arabia ve burada çekilmese de The Sheltering Sky filmini izlemeliler.
*Ram Vadisi’ne kadar gelmişken çok yakınında yer alan Hicaz Demiryolu’nu ziyaret edin. Burada artık sembolik olarak duran trenin içine girip gezebilirsiniz. Hicaz demiryolları, Şam ve Medine arasına, Osmanlı padişahı II. Abdülhamid tarafından, Alman mühendis Meissner’e yaptırılmış.
Petra Antik Kenti'ne Dair...
*Petra, dünyanın yedi harikasından biri. Amman şehrinden 3 saatlik bir araba yolculuğuyla varılıyor.
*Antik Kentin tarihi, eski çağlara kadar uzanıyor.
*MÖ 400 ile MS 106 yılları arasında ise Nebatilere başkent olmuş. Roma İmparatorluğu egemenliğine geçene dek güçlü bir kent olarak kalmış. Sonrasında, ticaret yollarının değişmesiyle giderek gücünü yitirmiş.
*Kentin keşfedilmesi ise İsviçreli gezgin Johann Ludwig Burckhardt tarafından, 1812’de gerçekleşmiş.
*Al-Siq ana girişe verilen isim. Buradan geçerek antik kente varıyorsunuz. Metrelerce süren bu geçitle Hazine anıtına varılıyor.
*El Khazneh (Hazine) Petra’nın en meşhur ve günümüze bozulmadan gelebilmiş tarihi anıtı. Altında kral mezarlığı olduğu söyleniliyor. MÖ 1.Yüzyıl’da Nebati kralı için inşa edilmiş.
*Ulaşımı biraz zorlu olan Ad-Deir Manastırı da Hazine’yi andıran, görmeye değer bir diğer yapı. MÖ 1.Yüzyıl’da yapılmış. Kayaların ortasına oyularak yapılan bu anıt, Obodas Tanrı’sına adanmıştır.
*Obelisk Mezarı iki ayrı kaya parçası, merdiven ve sarnıçtan oluşan Nebati mimarisinde yapılmış bir anıt mezar. M.S 40-70’li yıllarına ait olduğu sanılıyor.
*Büyük Tapınak – Sütunlu Cadde’nin güneyinde yer alan, birkaç tapınak kompleksinden oluşuyor. 7000 m2’ye yayılmış geniş bir alanı kapsıyor.
*Qasr al-Bint, Musa Vadisi’ni gören çok büyük bir tapınak. Yontma ve kabartmaları görmeye değer.
*Antik kentte bulunan kalıntıların tamamını bir günde gezmek oldukça zor olacağından, içlerinde en çok görmeyi istediklerinizi seçip, haritada önceden işaretlemeniz işinizi kolaylaştırır. Ya da diğer seçenek olarak, 2 veya 3 günlük kombin bilet alabilirsiniz.
*Petra’nın çevresinde otel seçeneği bol. Hatta isteyenler için, gece turları düzenleniyor. Kenti bir de mum ışıkları eşliğinde görmek isteyenler, normal giriş ücretinden biraz daha pahalı bir fiyat ödeyerek bu deneyimi yaşayabilir.
*Petra Antik Kenti, ülkenin en turistik noktası olduğundan kalabalık biraz bunaltabilir. Bu yüzden günün erken saatleri ya da kapanmaya yakın saatleri tercih edebilirsiniz.