YEDİKULE
TATLI HAYALLER GİBİ...
Yazı & Fotoğraflar - Aposto İstanbul Haziran 2021 bülteninde yer almıştır.
Sokağa her çıkışında, heyecanla bilyelerini ceplerinden çıkarıp yere seren çocuklar gibi, ben de ara sıra cebimde tuttuğum İstanbul hikâyelerini önüme seriyorum. Sevdiğim sokaklarına, seslerine, insanlarına sığındıkça, şehir başka bir yere dönüşüyor içimde. Tüm kusurlarıyla kabul ettiğim, kırk yıllık bir dost oluyor aniden.
Bugün, rüzgârıyla ürperten Kennedy Caddesi’nden geçerek varacağım yer Yedikule. Bir zamanlar, banliyö trenlerinin sıkça uğradığı, çok yoğun işleyen o tren istasyonunun hemen yanı. Raylara bir kol teması yakınlığındaki mahalle, bugün eski bir İstanbul masalı gibi. Bir ucundan tıraş losyonu, öteki ucundan kaşarlı bakkal tostu kokularının geldiği, yüz yıllık ahşap evlerin bir kısmının hâlâ yerinde durduğu, ele avuca sığmaz bir mahalle. Mesela, Yedikuleli bir İhsan Abi var ki; ne zaman görsem, bir yandan birilerine heyecanla bir şey anlatan, bir yandan da kim gelip geçiyor mahalleden diye etrafına bakan, tatlı mı tatlı biridir. Birkaç yıl önce tanıştığımızda, ortasında sobası tüten mahalle kahvesine beni buyur edip, eski İstanbul fotoğraflarını çıkarıp masanın ortasına dizmişti. O arşivde, gazetelerden kesilmiş yazılar, Suriçi mahallelerinin eski fotoğrafları ve Ara Güler kareleri vardı. Ve hepsi de İstanbul’a aitti.
Sevinmiştim. Hâlâ benim kadar İstanbul’u seven birileri var diye.
O kışı takip eden diğer mevsimlerde de vakit buldukça uğradım bu mahalleye. Yedikuleli Kolsuz Agop’un hikâyelerini, Aydın Boysan’ın sansürsüz şakalarını, komşuları Maria’nın nükteli sohbetlerini, Kırmızı Mektep’te felsefe hocası olan Stelyo’nun anılarını ve halen faturası ismine gelen eski ev sahibi Andon’u andığı eski günlerini, İhsan Abi’nin ağzından dinledim. Onun anlattıklarıyla, rakısını yavaşça yudumlayan; “acele etmeden siga siga (yavaş yavaş) içeceksin bu içkiyi,” diyen Andon’u, kapılarına artık kilit vurulmuş, lojmanları terk edilmiş olan istasyonun köşesine ilişmiş otururken gördüm. Gözlerimle değil ama ruhumla. Sohbet ederken, beyaz bıyıklı, elinde tespih, başında kasketiyle içeriye bir amca girdi. “Baba” lakaplı, Ayvalıklı bir amca. Sert bir mizacı vardı ama bir kere güldü mü, çakır gözleri de yumuşuyordu. Ona baktıkça, çocukluğumun geçtiği Ayvalık sokaklarını özledim. Bu kahvede, birkaç saate sığdırılmış bir dolu anının içinden geçerek, sevdiğim başka kentleri, başka mevsimleri ve başka istasyonları elimle koymuş gibi buldum. Yedikule İstasyonu Caddesi’nin bu sıcacık köşesinde zaman yavaşça eriyordu.
Bugün de Yedikule’ye gelince fark ediyorum. Burada yabancı olmanın zor olduğunu. Her şeyin biraz tanıdık, herkesin “kim bu?” değil; “hoş geldin” bakışlarıyla baktığı bu sokaklarda. 50 yıllık Hepşen Bakkaliyesi’nde İbrahim Abi’yle sohbet ederken, raflara gözüm kayıyor ve kendimi aslında ekmek almak için bakkala yollanmış ama çikolatalı gofrette de aklı kalan o küçük kız çocuğu gibi hissediyorum. Biraz ötedeki İstasyon Berberi Cavit’in taburelerinde oturup, etrafımdaki fotoğraflara bakıyorum. “Çok ince iştir usturayla tıraş etmek; bak bu da usturayı bilediğim kayış,” diye gösteriyor kapıda asılı duran parçayı Cavit Abi. 70’lerde istasyondan çıkıp, tıraş olmaya gelenlere yetişemediği günleri anlatıyor. Çok sevdiğim bir dostum olur, dediği bir müşterisinin tıraş olmasını izlerken, babamın berberden gelince sıktığı, şişesi çam kozalağı şeklindeki parfümünün kokusu geliyor burnuma aniden. Kapıdan içeriye bir serinlik doluyor. Ötüşleri iyice duyulan ebabiller berber dükkânından gelen bülbül seslerine değiyor. Annesinin elini sıkıca tutmuş, okul formalı bir kız çocuğu geçiyor berberin önünden. Acaba bakkaldan çikolatalı gofret almış mıdır?
Yedikulelilerle sohbet ettikçe savuşturulabilen bir hüzün var istasyon çevresinde. Mahallelinin bütün canlılığına tezat. Biraz ilerideki Narlıkapı gibi; biraz yalnız. Aydın Boysan’ın çocukluğunun geçtiği ve artık yıkılmak üzere olan ahşap ev gibi. Semtlerini terk etmeyen bu güzel kalpli insanların sayesinde, anılarla ucundan tutunmuş hayata.
Pervazlarına sardunya saksıları dizilmiş evlere bakarak Safa Meyhanesi’ne kadar ilerlerken daha iyi anlıyorum. Bir semtin güzelliğinin, orada yaşayan insanlar sayesinde korunduğunu. Bir merhabanın uzun sohbetlerle karşılık bulduğu bu sokaklarda bir şey buluyorum. Uzun zamandır aradığım, ama ne olduğunu tam olarak kestiremediğim bir şey. Masaya oturduğumda, arkada çalan radyodan “yaz günleri en tatlı hayaller gibi geçti…” diyor bir kadın sesi. Safa’nın yüksek tavanlarına, duvarlara asılmış çerçevelere; en çok da kim diye merak ettiğim o siyah saçlı kâküllü kadın resmine, Berber Cavit’in yıllardır topladığı vesikalık resimlerdeki gibi yolu bu kentten geçmiş insanların yüzlerine bakıyorum. Surların içinde, çan sesleriyle ezan seslerinin dostça yankılandığı bu semtte, onlar da geçirmişler midir yazlarını, en tatlı hayaller gibi?